Havaii’nin tropik atmosferi, Sicilya’nın parlak Akdeniz güneşinden sonra Budizm’in hüküm sürdüğü Tayland’da yine mekânın örtüsünü üzerine çeken “The White Lotus”, bu kez maneviyat yüklü temalarla bezeli macerasıyla yarından itibaren BluTV’de!
-“Steel Magnolias” (1989) filminin oyunculuk serüveninizi başlatmanıza ilham kaynağı olduğunu biliyorum. Ayrıca sıklıkla Gena Rowlands’ın “A Woman Under the Influence” (1974) filmindeki performansının sizin için çok önemli olduğunu vurguluyorsunuz. Bu ilham kaynaklarının “The White Lotus”taki Jaclyn karakterinize ya da arkadaşlık ilişkilerinize yansımaları olduğunu düşünüyor musunuz?
İlginç bir soru. Doğrudan bir şey aldığımı söyleyemem ama yansımaları olmuş olabilir. “Steel Magnolias”ta en çok sevdiğim şey, o dönemdeki olağanüstü kadın kadrosunu bir arada görmekti ve o zamanlarda kadınlara odaklanan filmler pek izlememiştim. O dönem oyunculuğa yönelmek gibi bir fikrim yoktu, ancak onca efsane ismi bir arada izlemek benim için çok etkileyiciydi. Televizyonda o filme rastlarsam hâlâ izlerim. Oradaki arkadaşlık ve dayanışma duygusunu çok seviyorum ve sanırım bir bakıma bu duygu, “The White Lotus”taki hikâyemize de geçmiş olabilir. Çünkü bu dizi de ilişkiler, arkadaşlıklar ve bağlar üzerine kurulu. Belki bu anlamda, o filmden bir ilham söz konusu olabilir.
-Çok güzel. Peki, “The White Lotus”a katılma sürecinizden bahsedelim. Dizinin ilk iki sezonunda, sizi çarpan özel bir an ya da projeye katılma kararınızı etkileyen bir tema var mıydı?
Birinci ve ikinci sezonun büyük hayranıydım. Bence diziyi küresel ölçekte bu kadar özel kılan şey, o kendine özgü tonu. Bu ton, dünyanın her yerindeki izleyicilerin bağ kurabileceği bir şey. Mike (White) tonu ustalıkla kullanıyor ve bir oyuncu olarak beni en çok heyecanlandıran da bu oldu. Tamamen ince detaylarla örülü; ilk bakışta göründüğünden çok daha katmanlı bir yapıya sahip. Dizideki bütün performanslarda da bu alt metni, katmanları görebiliyorsunuz. Sonra böyle bir fırsat çıkıp da Mike White gibi biriyle çalışma şansı doğunca—ki kendisi sadece bir oyuncu değil, aynı zamanda senarist ve yönetmen—her gün ona erişebilme imkânı doğduğunda bu, benim için eşsiz bir deneyim haline geldi. Benim için hem büyük bir meydan okumaydı hem de hayatımın fırsatıydı.
-Jaclyn gibi bir aktrisi canlandırmanız aslında bir tür “meta” (kişiye dair) deneyim yaratıyor. Bu ikilik, karakteri ele alış biçiminizi etkiledi mi? Jaclyn’in hikâyesi sizin kendi oyunculuk deneyimlerinizle nasıl kesişiyor veya ayrışıyor? Özetle, Jaclyn kimdir?
Evet, bir aktrisi oynamak kesinlikle “meta” bir deneyimdi! Özellikle ilk başta senaryoyu okuduğumda “Oh, bir oyuncuyu oynamak biraz garip hissettiriyor, bu beni zorlayabilir, çünkü bu benim gerçek hayatım” diye düşündüm. Kendi hayatımın bir yansımasını oynamak istemedim. Elbette Mike’ın karakterleri son derece karmaşık; mesleklerinden çok daha fazlasını barındırıyorlar. Bu yüzden onunla çalışarak, Jaclyn’in hayatında hangi yönleri öne çıkarmak, hangilerine ağırlık vermek istediğimizi birlikte keşfettik. Örneğin, onun gücünü nasıl kullandığı... İnsanlar onu gözlerinde büyüttüğünde, bunun davranışlarına ve eylemlerine nasıl yansıdığı... Belki bu gücü kimi durumlarda manipülasyon için kullanıyor mu, yoksa insanların ona sunduğu “erişimi” bir avantaj olarak mı görüyor? Dizi boyunca o küçük anları keşfetmek ilginçti. Çok keyif aldım.
-Dizi, genellikle zenginlik ve ayrıcalıklı lüks tatil mekânları bağlamında, insan ilişkilerini ve toplumsal dinamikleri mercek altına alıyor. Jaclyn bu dinamiklere nasıl uyum sağlıyor veya onları nasıl karmaşıklaştırıyor?
Jaclyn aslında çocukluk arkadaşlarını tatile götürüyor. Yıllardır kopuklar, herkes kendi yoluna gitmiş. Ama o, “Bu tatili ben karşılayacağım” diyor ve bu da gerginlik yaratıyor. Bence Jaclyn, onlara bunu borçlu olduğunu düşünüyor. Arkadaşları bunu karşılayacak durumda değiller. Jaclyn aynı zamanda bundan hoşlanıyor da hatta tatili ödeyerek ufak da olsa bir üstünlük sağladığı hissini seviyor. Elinde bir nevi güç varmış gibi davranıyor ve dizide de bu gücü nasıl kullandığını görebilirsiniz. Bu durum işleri karıştırıyor, öyle diyelim.
-Dizinin her sezonu farklı bir yerde geçiyor ve mekânın kültürü ile coğrafyası hikâyeye önemli ölçüde yön veriyor. Üçüncü sezonun geçtiği mekânın atmosferinden biraz bahsedelim. Tayland, hikâyeye ne tür bir enerji veya tematik katman ekliyor?
Bu sezonu özel kılan, Mike’ın üçüncü sezon için seçtiği temanın “ölüm ve maneviyat” olması aslında. Yani Batı kültürü unsurlarını—daha yüzeysel, göz kamaştırıcı yönlerini ve zenginlik, ayrıcalık gibi konuları—alıp, Tayland ve Güneydoğu Asya’daki Budist kültürün derin maneviyatıyla harmanlıyor. Bu karşıtlık, karakterlerin ve misafirlerin kendileriyle yüzleşmesini sağlayacak. Aydınlık ve karanlık temalarının yan yana gelmesi, bu sezonda gerçekten çok özel ve önceki sezonlarda görmediğimiz bir şey.
-“The White Lotus”ta, güçlü oyuncu kadrolarıyla da ünlü. Böyle bir oyuncu grubuyla çalışmanın en keyifli ve en zor yönleri nelerdi?
Pek çok oyuncunun bir arada olması kesinlikle büyük bir avantaj. O kadar yaratıcı insanla birlikte olmak gerçekten heyecan vericiydi. Sık sık işimiz hakkında konuştuk, yöntemlerimizi ve deneyimlerimizi paylaştık. Neyin işe yaradığı, neyin yaramadığı üzerine birbirimize destek olduk. Yaklaşık 20 kişilik büyük bir kadroyduk galiba. Oyuncular eğlencelidir; altı ay boyunca oradaydık ve birlikte çok vakit geçirdik, derin sohbetler yaptık. Hepimiz ailelerimizden ve sevdiklerimizden uzaktaydık, bu da bizi hızlıca birbirimize bağladı. Oyuncuların her projede yaptığı şey bu sanırım. Gerçekten özeldi. Zorluklar ise daha çok yaratıcılık açısından benim için, çünkü herkesle sahnem yoktu. Her biriyle bol bol vakit geçirdim ama keşke o yetenekli insanlarla kamera karşısında da daha çok etkileşimim olsaydı. Dizinin yapısı gereği her hikâye kendi içinde ayrı kollarda ilerliyor. Bu biraz zordu. Ama hepimiz bir gün başka projelerde birlikte çalışmayı hayal edip durduk.
-“The White Lotus” sıklıkla karakterlerinin kişisel mücadelelerini daha geniş toplumsal meselelere gönderme yapmak için kullanıyor. Sürprizbozan vermeden, Jaclyn’in bu sezonki yolculuğu veya kırılma noktası nedir? Onu hangi duygusal veya psikolojik zorluklar bekliyor?
Jaclyn bu sezon geçmişiyle yüzleşiyor, aslında birçok karakter gibi. Eski arkadaşlarıyla paylaştığı tarih gün yüzüne çıkıyor ve bu herkes için zorlu bir karşılaşma oluyor. Her biri kendi içinde bir yolculuğa çıkıyor; kendi hayatlarına ve kendilerine ne kadar dürüst olabilecekleriyle yüzleşiyorlar.
-Mike White ve yapım ekibiyle iş birliğinizi biraz anlatabilir misiniz? Çekim süreçleri nasıldı?
Mike White ile çalışmak elbette ki müthişti. Gerçek bir vizyoner ve her bir rolü yazarken onu neyin motive ettiğini çok net biliyor. Jaclyn karakterini neden yazdığını ve onu ilham veren şeyin ne olduğunu ondan duymak çok heyecan vericiydi. Mike’ın söylediğine göre, yarattığı karakterlerin her biri, aslında onun farklı bir yönünü yansıtıyor. Bu yüzden onunla böyle derin sohbetler yapabilmek çok özeldi. Kendisi de oyuncu olduğu için oldukça açık fikirli; nüansları, aktörlerin bakış açılarını seviyor, birlikte geliştirmeye bayılıyor. Doğaçlamaya da çok açık; oyuncularına güveniyor. Karakteri farklı yorumlarla oynayabilme şansı tanıyor, sahnede büyük veya küçük oynamanıza izin veriyor. Dizi çok renkli, bu yüzden ben de finalde ekranda nasıl bir versiyon izleyeceğimi merak ediyorum ki muhtemelen, beni de şaşırtacak. Ekipteki diğer herkes de çok değerliydi. Görüntü yönetmenimiz, kurgucumuz, kostüm tasarımcımız, makyaj ekibi… Hepsi Mike’la ilk sezondan beri birlikte çalışan insanlar ve karakterin yaratım sürecinde hepsinin emeği çok büyük. Gerçekten çok özel bir ekip.
-Son olarak, Türkiye’deki hayranlarınız adına—birçoğu sizi Mission: Impossible’daki Julia rolünüzden de hatırlıyor- bir soru sormak istiyorum. Sinema tarihindeki en sevdiğiniz film hangisi?
Aman Tanrım, çok zor bir soru. Yine “A Woman Under the Influence” diyeceğim; çünkü oyunculuğumu bu kadar şekillendiren bir film olmamıştı. Hiç bu kadar ham ve gerçekçi bir performans izlememiştim. Benim için çok önemli bir ilham kaynağıydı. En iyi film midir bilemem, ama benim için kişisel olarak en iyisi o.
BELINDA’YI HATIRLADINIZ MI?
İlk sezondan Belinda karakteriyle hatırladığımız Natasha Rothwell üçüncü sezon için yeniden bizlerle...
-“The White Lotus”, her sezonda yeni mekânlar, oyuncu kadroları ve hikâyeler sunsa da ince tematik bağlantılarla birbirine örülü bir antoloji dizisi. Birinci sezonda hikâyenin kalbinde yer alıyordunuz ve şimdi Belinda’nın yolculuğunun üçüncü sezonda devam ettiğini göreceğiz. İlk sezondaki olaylarından bu yana Belinda’nın hayatı nasıl gelişti? Sizce önceki deneyimlerinden hangi ne gibi dersler çıkardı?
Evet, bence ilk sezonda Belinda, Jennifer Coolidge’in canlandırdığı Tanya’ya karşı savunmasızdı ve gerçekten kendini ve hayallerini ortaya koymaya çalışıyordu. Çok incinmişti ve bu yüzden ilk ve son sezon arasında, o acıyı anlamaya ve yeniden nasıl savunmasız olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Tayland’a gitmesi, kendini ortaya koymanın bir yolu gibi. Ancak bu savunmasızlığın bu versiyonu biraz daha kontrol altında. Daha çok, kendini yeni bir ortama koyarak duygusal anlamda risk almak söz konusu. Bence sadece geçmişten iyileşmeye çalışıyor.
-Belinda’nın geri dönüşü büyük bir heyecanla bekleniyor. Bu geri dönüş, ilk ve son sezon arasında nasıl bir köprü olacak? Mike White, bu bağlantıyı nasıl kuracağınızla ilgili size neler söyledi?
Mike’la Belinda’nın yaşadığı yolculuk üzerine konuştuk; zor bir dönem, bir depresyon sürecini atlatmaya çalışıyor ve hayata yeniden bir canlılık duygusu bulmaya çabalıyor. Bu sohbetin pratik yansıması olarak, onu yeni bir ülkede tek başına adım atarken, neredeyse çocuksu bir merakla ve kocaman açılmış gözlerle görmek istedik. Bence birinin yeni bir dünyayı ilk kez keşfetmesini izlemek gerçekten çok güzel bir şey.
-Kesinlikle çünkü “The White Lotus”ta her sezonun geçtiği mekân, dizinin tonunu ve anlatısını derinden etkiliyor. İlk sezondaki tatil beldesi ile üçüncü sezondaki ortamın tona yansımasında arasında belirgin bir fark var. Yeni mekân olarak Tayland, Belinda’nın ruh hâlini ve özellikle kariyeriyle ilgili ilişkilerini nasıl etkileyecek?
Tayland’ın ortamı, Belinda’yı hayata döndürmek konusunda son derece etkili. Ayrıca dizide bir karakter gibi işlev gören, üç boyutlu ve adeta yaşayan bir ortam gibi hissediliyor. Kariyeri açısından oraya gidiyor çünkü masaj konusundaki bilgisini çeşitlendirmek ve bir sağlık-spa direktörü olarak büyümek istiyor. Yeni ortamda bulunup insanlara yardımcı olmanın yeni yollarını öğrendikçe, kariyerinin potansiyelini hissedebiliyor.
-Peki Belinda bu ortamda, çevresindeki değişen dinamikleri nasıl yönetecek? Çünkü dizi, aynı zamanda ayrıcalık ve lüksün arka planında toplumsal hiyerarşileri irdelemesiyle de ünlü...
Bence Belinda, toplumsal yorum ve sınıf yorumu arasındaki o gerilimi her zaman temsil edecek bir karakter. Siyahi bir kadın olarak, ağırlıklı olarak beyaz müşterilere hizmet veren bir otelde çalışıyor ve Tayland gibi, düzenli olarak çalıştığı yere göre bariz biçimde daha çeşitli bir yerde bulunmak ona daha fazla imkân hissi veriyor. Fragmanda Belinda’nın, tesiste siyah bir çift görmesini izliyoruz. Bir anlık bakışmaları oluyor, onları tanımıyor ama genelde bulunmadığın bir alanda kendinden birini görmek oldukça güçlü bir duygu. Ben de hayatımda ilk kez bir siyah aileyi birinci sınıfta (uçakta) gördüğümde, ben ekonomi sınıfına geçiyordum ve “Bir gün ben de bunu yapabilirim,” diye düşünmüştüm. Kendini o ortamlarda görmek gerçekten çok etkileyici. Bu sezonda da Belinda’nın gözü, yıllardır gölgede kalmasına ve hizmet görevi üstlenmesine rağmen, aslında yeni mekânlara geçebilecek ve sadece başkalarına bakmak yerine, kendisi de bakılabilecek güce sahip olduğu gerçeğine açılıyor.
-Bir oyuncu olarak kendi komedi çalışmalarınızla da tanınıyorsunuz. “How to Die Alone” gibi... Ancak “The White Lotus” için daha ziyade kara mizah-dram denebilir. Belinda’yı şekillendirirken bu türler arasındaki dengeyi nasıl sağladınız?
En sevdiğim komedi tanımlarından biri, “komedinin gerçeğin hızlıca anlatmasıdır.” Yani ister dramada olduğu gibi gerçeği yavaşça anlatın, ister komedide olduğu gibi, aslında oynadığınız şey yine gerçeğin gerilimidir. Benim komediye yaklaşımım gerçeğe dayanıyor; ayağı yere basan komediyi gerçekten seviyorum. Mesela Robin Williams gibi oyuncular çok esnekti, usta bir komedyen ve en dokunaklı dram oyuncularından biri olabiliyordu. Bunun nedeni, bence gerçeğin gerilimini temelinden anlamasıydı; gerçekliği nasıl oynayacağını ve seyirciyle gerçek arasındaki ilişkiyi nasıl kurgulayacağını biliyordu. Bu yüzden ben de biraz komedyenlik, yoğun komedi ve drama yapabiliyorum; çünkü gerçeğe takıntılıyım, insani durumu keşfetmeyi seviyorum ve evet, seyirciyle oynamayı da seviyorum.
-Mike White da toplumsal çelişkileri ve içsel çatışmaları keskin kara mizah merceğiyle yansıtmasıyla ünlü. İlk sezon ile son sezon arasında yazımında veya yönetmenlik yaklaşımında siz bir farklılık hissettiniz mi?
Bence deneyimlerinden öğrenen ve işine önem veren her yaratıcı, mutlaka evrilir. Dizide kesinlikle somut bir büyüme var; kapsam ve ölçek olarak da büyüdü. Mike’ın yeteneği her büyüme aşamasına uyum sağladı. Onun kariyerini, en başından beri takip ediyorum; yazım tarzını her zaman sevdim. Yazılarında büyüyen ama aynı zamanda tutarlı bir şey var. Yönetmenliği de her zaman çok akıllıca ve cesurdu. Kendi yarattığı bu dünyayı bu noktaya getirmesi çok güzel.
-Son olarak, Türkiye’deki hayranlarınız adına—ki birçoğu komedi işlerinizi dramlarınız kadar beğeniyor—bir soru: Gelmiş geçmiş en sevdiğiniz komedi filmi nedir?
Ah, en sevdiğim komedi filmi… Üstünlük sıfatlarıyla uğraşmak çok zor, ben Terazi burcuyum, seçmek konusunda çok zorlanırım! Ama “When Harry Met Sally”ye bayılırım. Sert bir komedi değil, bir romantik komedi ve Nora Ephron, gerçekten o filmde büyülü bir şey yapmış. Yani, tekrar tekrar izlediğim bir şey diyebilirim. Sadece bir tane seçmek çok zor ama “When Harry Met Sally”i çok seviyorum. Ve başka bir bilgi daha! Bilmiyorum okuyucularınız ne der ama babam, ABD Hava Kuvvetleri’nde görevliydi ve ben 6-8 yaşlarım arasında Türkiye’de, bir Hava Kuvvetleri üssünde yaşadım.
-Bunu bilmiyordum! Nerede? İncirlik olabilir mi?
Evet! Ne kadar küçük bir dünya!
-Kesinlikle!