“Pembe İncili Kaftan” Hikâyesi ve Gerçeği
Ömer Seyfeddin’in meşhur “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini çoğumuz okumuşuzdur. Hikâyenin hülâsası şöyle: Osmanlı devrinde, Padişah, İran Şahı’na bir elçi göndermek ister. Şah çok mağrur ve kindar biridir. Buna gönderilecek elçi öyle biri olmalıdır ki, hem devletin itibarını korusun, hem ezilmesin, Padişah’ın mektubunu verdiği gibi Şah’ın da ağzının payını versin. Sadrâzam böyle birini tanıyordur. Muhsin Çelebi isminde, okumayı seven, varlıklı, memuriyet istemeyen, izzetli biridir. Kendisiyle görüşülür, ısrar üzerine bu mühim devlet görevini kabul eder. Ancak bir şartı vardır: Devletten tek kuruş almayacak, bütün masrafları kendisi görecektir. Bu teklifi kabul edilir. Muhsin Çelebi, çiftliğini, çok sevdiği atlarını satar. En gösterişli atı kendisi için ayırır. Atının koşumlarını mücevherlerle süsletir. Bir de kendisine çok pahalı, nadide bir pembe incili kaftan diktirir. Padişah’ın mektubunu alarak yola çıkar. Geleceği önceden İran Şahı’na bildirilmiştir. Herkes merakla Osmanlı Devleti’nin elçisinin yolunu gözler. Derken elçinin geldiği saraya ulaştırılır. Şah, sözüm ona elçiyi aşağılayacaktır. Kendisi tahta kurulur. Etrafta oturacak hiçbir şey bırakmaz. Muhsin Çelebi, durumu anlar. Sırtındaki kaftanı çıkarıp yere serer, bağdaş kurup oturur ve mektubu Şah’a uzatır. Mağrur Şah şaşırıp kalır. Padişahın mektubunu okutur ve cevabını sonra bildireceğini söyler. Bunun üzerine Muhsin Çelebi ayağa kalkar, sırtını Şah’a dönüp gider. Şah, bir adamına işaret ederek kaftanı elçiye götürmesini söyler. Şah’ın adamı Muhsin Çelebi’ye yetişerek, “Kaftanınızı unuttunuz!” der. Muhsin Çelebi, şu cevabı verir: “Hayır, unutmadım. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişahın elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz bile yok… Hem bir Osmanlı, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?”
Muhsin Çelebi, doğruca İstanbul’a gelir. Sadrazama görevi tamamladığını söyler. Sadrâzam, o meşhur kaftanı sorar, satın almak ister. Ancak Muhsin Çelebi, bir türlü o kaftanı ne yaptığını söylemez. Bu izzetli insan, o atının mücevherli koşumlarını ve atını satar, kendisine ufak bir kulübecik ve bir bostan alır, onu ekip biçer, satar, mâişetini temin eder.
Hikâye bu… Bizim hayatımızın bir safhasında bu hikâyenin “gerçek şekli” var. Şöyle ki: Muhsin Çelebi gibi, bizim de İstanbul’da huzurlu, güzel bir kurulu düzenimiz vardı. Derken derken uzun müddet nefsimizle münazara ve mücâdele etmeye başladık. “Biz bu dünyaya rahat etmeye mi geldik? Bildiklerimizle hem amel edecek hem de bir başkasına aktaracaktık. O ana kadar yazdığımız ve neşrolan kitaplarımızın sayısı 104’ü bulmuştu. Memleketimiz Gaziantep’te geniş bir çevremiz ve hayli kalabalık akraba gençleri vardı. “Bu dünyaya geliş gâyemiz nedir? Nereye gideceğiz? Aslî vatanımıza giderken hangi hazırlıkları yapmalıyız? Bu ve benzeri soruların cevabını o tanıdıklarla birlikte aramalıydık. Birkaç kişinin de olsa namaz kılmasına vesile olabilirsek bize yeterdi. Kaç kişiyle olursa olsun, Kur’an, hadis, tefsir, ilmihal dersleri yapıversek, hem biz istifade ederdik hem de dinleyenler…
Sonunda uzun nefis mücâdelesinden sonra memleketimize avdet etmeye karar verdik. Bu, kolay bir karar değildi. İstanbul’da doğup büyüyen çocuklarımız da kabul etti. Bizim ev halkı da. Hem de anne-babasını İstanbul’da bırakarak… Muhsin Çelebi gibi, biz de maişet kaynaklarını terk etmiş, birikimimizle geçinmeye karar vermiştik. O arada medreselerde okutulan bütün dersleri okumaya karar vermiştim. Bunun için köşe yazısı yazmayı da bırakmıştım. Kitap telifiyle de meşgul olmayacaktım.
İşte böyle böyle günler, aylar, yıllar geçti… Allah kabul eylesin, kaç pembe incili kaftanı yerlere serdik. Hiç kimseden tek kuruş istemedik, beklemedik. Derslerimize başlarken evvelâ, Osmanlıca dersinden başladık. Bu İslâm alfabesini bu ülkede yaşayan herkes bilmeli, bu yazıyı okuyabilmeliydi. Böylece binlerce kültür hazinesini aracısız okuyup istifade edebilirdi. Ondan sonra en zaruri ilmihal bilgilerini, namaz sûrelerinin meâlini ve tefsirini, akâid ilminin temel esaslarını okuduk. Ondan sonra derslerimiz, sohbetlerimiz devam etti. Biz servet ve sâmân sahibi olmaya itibar etmedik. Peygamber Efendimiz’in (asm) işaret buyurduğu gibi, “En güzel rızık, yetecek kadar olanıydı” Biz de bu Sünnet-i Seniyyeye ittiba ettik. Rabbim zekât vermeyi de lütfetti. Sonraki yıllarda elimize geçenin dörtte birini sadaka olarak vermeyi şiâr edindik. Bizim hayatımız da bir nevi Muhsin Çelebi’nin ikinci hayatına benzedi. Allah’a şükürler olsun. Bir farkla, bizim hayatımız hikâye değil, gerçekti…