Bu ülke bin yıllık İslâm diyarıdır. Nüfusun yüzde 99’u Müslüman’dır. 1928 yılına kadar da Anayasa’da, “Devletin dini, din-i İslâm’dır” yazılı idi. 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde de Anayasa’da bu hüküm vardı. Bakanlar Kurulu’nda Şeriat ve Mezhepler bakanlıkları vardı. Mahkemelerde şer’î hükümlere göre yargılama yapılıyordu. 1925, 1928 ve daha sonraki tarihlerde devran değişti. Mahkemelerde binlerce İslâmî hükümlerden bir teki bile uygulanmaz oldu. İslâmî hükümler, “resmî” sahadan bütünüyle kaldırıldı. İslâm’ın izi, tozu, hatırlatması olarak kala kala elde bir elin parmakları sayısınca semboller kaldı. Camilerde namaz kılınması, ezan okunması, bir de cenazelerin İslâmî usullere göre gömülmesi… Yani mezara konulunca göğsün kıbleye gelecek şekilde yatırılması ve mezarın ona göre eşilmesi… Gazeteci yazar Uğur Mumcu, bir konuşmasında, “Türk vatandaşı kimdir?” sorusunun cevabı mahiyetinde, aynı zamanda bu ülkedeki Müslüman vatandaşların halini de ironik olarak ortaya koymaktaydı. Mumcu şöyle demekteydi:
“Türk vatandaşı; İsviçre Medenî Kanunu’na göre evlenen, İtalyan Ceza Yasası’na göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri usulüne göre yargılanan, Fransız İdare Hukuku’na göre idare edilen ve İslâm Hukuku’na göre gömülen kişidir.”
Şekil 1’de görüldüğü üzere elimizde kala kala bir “gömülme usulü” kaldı. Vâesefâ, son zamanlarda “cenaze adabı” da kaybolmaya yüz tuttu. Vefat edenlerin ardından yapılması gereken “İslâmî adap” da unutuldu. Bizim burada yazdıklarımız ne kadar kâle alınır, bilemeyiz, ancak biz bildiğimiz kadarıyla bu konuda “hakkı” söyleyeceğiz. Fıkıh kitaplarında yazılı olanları aktaracağız. İnşallah, istifadeye medar olur…
-Cenazeler teşyi’ edilirken, sünnet olan sessizce götürmektir. O sırada tekbir de getirilmez, slogan atılmaz.
-Cenaze defnedilirken, yalnızca Kur’an-ı Kerim okunur. Gerek defin esnasında, gerek definden sonra Kur’an-ı Kerim’den başka şey okunmaz. Son zamanlarda örneği görüldüğü gibi Risale-i Nur da okunmaz.
-Taziye mahallinde yemek yenilmez. Sünnet olan, cenaze sahiplerine yemek götürmektir. O yemeği, cenaze sahipleri yer. Hâl böyle iken, cenaze sahiplerinin, daha ilk anlarda kalkıp gelenlere yemek hazırlama telâşesine kapılmaları, hele hele Doğu’da ve Güneydoğu’da olduğu gibi günlerce, hatta haftalarca taziyeye gelenlere yemek çıkarmaları, İslâmî bir usul değildir. Bu âdet bütünüyle kaldırılmalıdır. Gelenler gidip evlerinde yesin, ya da başka yerde yesin. Taziyede bulunup gitsinler.
Vefat edenleri, “ölüm yıldönümlerinde anmak” doğru değildir. Doğum yıldönümlerinde veya o kişinin hayatındaki mühim bir tarihte yâd edebilirler. Ancak ölüm yıldönümünde anmak, ecnebi âdetidir.
Vefat edenler için mevlid okutmak, “bid’a-i kabiha”dır. Mevlid, adı üstünde doğum demektir ve doğumla ilgilidir. Mevlid-i şerifler, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğumunu ve hayatının mühim safhalarını anlatan manzum eserlerdir. Bunu Mevlid-i Nebevi’nin (a.s.m.) yıldönümlerinde okumak müstahsen görülen bir âdet-i İslâmiye’dir. Hakeza, mevlid sevinçli günlerde ve sevinilecek hâdiselerde okunabilir. (Düğün merasiminde, ev alındığında, bir İslâm beldesi işgalden kurtarıldığında vs…) Cenazenin ardından mevlid okutulmaz. 7., 40., 50. günlerde merasim tertiplenmez.
Yakınları vefat edenler, bütün hayır ve hasenatlarına o vefat eden yakınlarını ortak edebilirler, onlar adına sadaka verebilirler, şayet anne ve babası farz olan haclarını yapamadan vefat etmişlerse, kendisi farz haccını yaptıktan sonra onlar adına hac ve nafile umre yapabilirler. Kendilerinin her İslâmî davranışlarının ve sevap olan amellerinin o vefat eden yakınları için sadaka-i câriye hükmünde olduğunu bilmeleri gerekir.
Elimizde kala kala, bir cenaze defni ve cenaze adabı kaldı. Lütfen onu da “İslâm adabına ve fıkhına” uygun yapalım. Son zamanlarda içimize sokulmaya çalışılan bid’alardan uzak duralım…