Bediüzzaman’ın talebesi Hacı Hulusi Yahyagil, albay emeklisidir. Kendisi aynı zamanda defalarca cephelerde vuruşmuş, yaralanmış kahraman gazilerimizdendir. Bu değerli simanın anlattığı bir hikâyeyi nakletmek isterim: Askeriyede talebe iken, hocalarından birinin her konuda görüş belirtmesi üzerine, şöyle bir tecrübe yapmaya karar verirler. Bir grup talebe isimlerinin baş harflerini bir kâğıda yazarlar. FONFİŞER diye bir kelime çıkar. Hocaları derse geldiğinde, içlerinden biri söz alır ve “Hocam Fonfişer hakkında bilgi verebilir misiniz?” der. Hoca hiç duraklamadan ve tereddüt etmeden başlar anlatmaya: “Fonfişer, okyanuslarda yaşayan bir canlı türüdür…”
Hacı Bey merhum, malumatfuruşluk taslayanlar için bu kıssayı anlattıktan sonra, “Fonfişer’i de biliiir!” dermiş.
Bizim ekranların “dilli düdüklerine” bakınca aklıma Hacı Bey’in anlattığı bu kıssa geliyor. Adamlar ve madamlar, her konuda konuşuyorlar. Spor programında onlar, magazin programlarında onlar, yemek programlarında bile onlar. Hukuk konusunda konuşmacı olarak yine onlar. İç politika, dış politika, aklınıza ne gelirse, konuşuyor ha konuşuyorlar… Neredeyse deprem uzmanlığına, meteoroloji uzmanlığına da soyunacaklar…
Bazen tahammül sınırını zorlayarak bu malumatfuruş zevatı dinlemeye çalışıyorum. Yahu o kadar lafı nereden buluyorlar?! Aklıma merhum Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun anlattığı hatıra geliyor. Meşhur tarihî roman yazarı Sepetçioğlu merhum bir röportaj esnasında bana anlatmıştı: Kitapları peş peşe yayınlanmaya başlamış. Yavaş yavaş ülkede tanınmakta. Babasına kitaplarından göndermiş. Bir ziyaret esnasında babasının kitapları hakkında düşüncelerini almak istemiş. Babası şöyle demiş: “Oğlum, güzel yazmışsın da, bir şeyi aklım almadı. O kadar yalanı nasıl uydurdun?”
Son yirmi senede tuhaf bir manzara ortaya çıktı. Bazı isimler medya piyasasında pıtrak gibi bitiverdiler. Bunlar hangi arada, hangi gazetede yetiştiler? Yazı işlerinin havasını soludular mı? Muhabirlik yaptılar mı? Meçhul… Bilinen bir husus var, bunlar birdenbire meşhur oldu. Ve… Habire konuşmaya başladılar.
Eh, bazı hoca takımı da, “Onlar konuşur da biz konuşamayız mı?” dediler ve başladılar onlar da konuşmaya ve her konuda ahkâm kesmeye. Çoğu defa çizmeden yukarıya da çıktılar.
Meşhur hikâyedir. Bir resim galerisinde, biri, tablodaki çizmeye takılmış. “Burası şöyle, şurası böyle… Bu olmamış!” demiş. Ressam oradaymış. “Sizin mesleğiz ne?” demiş. “Ben ayakkabı imalatçısıyım. Çizme de yaparım!” demiş. Ressam, “Tamam o zaman haklısınız, o kısmı düzelteceğim!” demiş. Bizim çizmeci, resmi yorumlamaya devam etmiş, elbise şöyle, şurası böyle!” diye… Ressam, sözünü kesmiş, “Çizmeden yukarı çıkmayın lütfen!”
Deminden beri söylediğim o malumatfuruş takımının söyledikleri bazen bir ceviz kabuğunu doldurmaz, bazen laf olsun torba dolsun kabilinden söylenmiş sözlerdir. Çoğu unutulur gider ve hiç hatırda kalmaz, dinleyenlere bir zararı dokunmaz. Ancak bu “hoca” takımının söyledikleri öyle değildir. Adamda kılık kıyafet kallavidir. Unvan etiket o biçim… Söyledikleri ise insanın ebedî hayatını ilgilendiren konular. Meselâ adam, hadis-i şerifleri küçümsüyor. “Muhammedürresullah hakikatini” hafife alıyor. Allah-u Teâlânın, “Cehennemlik” dediklerini, cennetlik ilan ediyor. “Zulme ednâ bir meyil göstermeyin!” meâlindeki âyet-i kerimeyi görmezden gelerek konuşuyor da konuşuyor. Elhasıl bu adamlar Fonfişer’i bile biliyorlar. Bunlarla lafla başa çıkmak imkânsız.
Halk arasında bir söz var, “Bırak sarhoşu yıkılana kadar gitsin!”
İyisi mi, bu şöhretten başları dönmüş, her pohpohlayana yanaşmaya alışmış, her âferime mayışmış bu tipleri kendi hallerine bırakmak… Çoğu defa insan onların sözleri karşısında, “Ya sabır!” diyor. Yapacak bir şey yok. “Ya sabır!”