Geçenlerde telefonum çaldı, kayıtsız bir numara, açtım: Beni tanıdın mı?diye bir soru. Ses tanıdık,tanıdığım bütün sesleri aklımdan geçirmeye çalıştım, yok hatırlamıyorum. Ayıp olmasın diye tanımadım da diyemiyorum. Hık mık demeye başladım, karşıdaki hatırlama mı bekliyor. Ben hatırlamadığım için utanmaya başladım, o beni bu duruma sokmaktan keyf alıyor. Buldu ya zaafiyeti mi? Hafıza bu, makine mi?
O kadar çok insan sesi duymuşsun, o kadar çok insan o kadar çok, sonuç: Yüreğinin doğusunda batısına uzanan ‘fay hattı’, ortasından aşağı güneye doğru çatallaşma, bir kırık hat daha. Her an oluşabilecek bir deprem...
İlişkilerin getirdiği nokta; Kırıklıklar, küçük küçük kötülükler, hüzün, acı, kursakta kalan sevinçler, tamamlanmamış gülüşler. İlişkiler, adeta kötülük üreterek var ediyor kendini. Kime sorsan bir ‘darbe’. Kime sorsan bir ihanet. Nasıl atlatacağız bu travmayı.
En ufak bir iyilik gördüğümüzde abartıyoruz, en ufak bir hatada yerin dibine sokuyoruz ‘ötekini.’ Sabır kalmamış, zerafet bitmiş.Telefondaki kendini bana hatırlatmakta ısrarlı, hala hatırlama mı bekliyor?Utancım, pişkinliğe dönüştü, üste çıkmak için manevra yaptım: Söyle bakalım seni hatırlamayacak kadar ne yaptın bana, nerelerdeydin şimdiye kadar, neden aramadın beni.
O benden pişkin çıktı sen niye aramadın? Tepemin tası attı, içimdeki kırıklıkların aralığından yuvarladım kendisini: Lazım olmamışsın demek ki dedim. Ve ses yok. Kendimi hiç böyle görmemiştim.
Lüzumluluğu tartışmaya başladık. ’Ben ne durumdaydım aramadın beni, asıl ben ne durumdaydım sen aramadın benilerine’ girmeden, tanıttı kendini.
Yakınımdan geçmemiş biri çıkmasın mı! Söylesene be birader, az kalsın bütün ‘kırıklıkları’ senin üzerine yıkacaktım, enkazın altından kimse çıkaramazdı seni. Sen sen ol dedim, telefonla birini aradığında önce kendini tanıt. Bak ne haldeyiz, senin tuzun kuru tabi ki, hala böyle şakalar yapabiliyorsan, bravo sana dedim.