Müminin kalbi sevgi ile doludur. En başta Allah-u Azimüşşânı sever. Bu sevgi, sevgilerin başıdır, şahıdır, padişahıdır. Bu, eşi benzeri olmayan bir sevgidir. İnsan Allah-u Teâlâ’yı nasıl sevmez? Kendisini ve bütün âlemi O yaratmıştır. Daha insanı yaratmadan evvel, onun için dünyayı ve bu âlemi yaratmış, onun bütün ihtiyaçlarının karşılığını hazır etmiştir. İnsanı yaratınca da onun yüzüne, sesine, gözünün bakışına ve vücudunun bütün zerrelerine tevhit mührünü vurmuştur. Bizi bu dünyaya gönderen, en güzel surette yaratan, hayatımız için ne lazımsa hazırlayan ve ihsan eden, yediklerimizi vücutta hazmettiren, süzgeçlerden geçirten, safi kanı hücrelere taksim eden Rabbü’l Âlemin, biz bu dünya hayatına veda ettikten sonra kabir hayatında ruhlarımız vasıtasıyla hayatı devam ettirecek, haşir sabahında tekrar cesetlerimizi diriltecek ve ruhlarımızı cesetlerimize iade edecek, biz mümin kullarına ve bizim bütün mümin ve mümine sevdiklerimize inşallah lutfuyla cenneti ihsan edecektir. Bizi ve bütün sevdiklerimizi yok olmaktan kurtaran Zât-ı Zülcelâli insan nasıl sevmez, nasıl O’nun yoluna can ve baş fedâ etmez…
Sevginin en güzeli, Muhabbetullah’tır. İnsanın Allah’ı sevmesi sözde değil, fiiliyatta olmalıdır. “Allah sevgisinin” ihlâslı ve gerçek olması için, Allah’ın en çok sevdiği kula benzemeye çalışmalıyız. Yani Kâinatın Efendisi olan Peygamber Efendimize (a.s.m.)… Bunu bize Rabbimiz emrediyor. Bakınız Âl-i İmran Sûresi’nin 31. ayetinde meâlen ne buyruluyor: “(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” İşte bu emr-i İlâhî gereği biz müminler Sevgili Peygamberimizi (a.s.m.) çok severiz. Allah’ın bizi sevmesi için de Habibullah’ın (a.s.m.) yolundan yürürüz.
Biz müminler, bütün peygamberleri de çok severiz. Allah’ın muti (itaatkâr) memurları olan bütün melekleri de, bütün sahabeleri, bütün şehitleri, bütün evliyayı ve asfiyayı, bütün müminleri severiz.
Hem sonra, Allah-u Teâlâ’nın bize lutfu ihsanı olan eşimizi, Allah’ın emaneti olan çocuklarımızı, torunlarımızı severiz. Anamızı, babamızı, dedemizi, ninemizi, bütün akrabalarımızı severiz. Hz. Âdem Aleyhisselam’dan bugüne kadar yaşamış ve vefat etmiş, bugünden kıyamete kadar gelecek ve yaşayacak olan bütün mümin kardeşlerimizi severiz.
Rabbimizin sanat eseri olan bu dünyayı bütün müştemilâtıyla severiz. Güneşe, aya, yıldızlara, galaksilere, denizlere, ırmaklara, ormanlara, dağlara, ovalara, ibret nazarıyla bakarız. Onlardaki Esmâ-i İlâhî’nin tecellisini görürüz. Sanata bakıp Sâni’i, bu kadar hadsiz nimetlere bakıp Mün’im-i Hakiki’yi düşünürüz. Düşündükçe Allah’a olan muhabbetimiz artar.
Biz müminler, Rabbimizin göndermiş olduğu bütün kitapları ve bütün suhufları da severiz. Kur’an’ımızı canımızdan çok severiz. Peygamber Efendimizin emaneti olan sünnet-i seniyyeyi severiz. Bu iki temel kaynak, hem dünya, hem âhiret saadetinin temel taşıdır. Kur’anı ve hadisi seven ve bu iki kaynağa bağlanan ecdadımız, onlarca ülke fethetmiş, yeryüzünün fethedilen o bölgelerini küfür pisliğinden temizlemiş, Allah’ın mülkü olan o yerlerde Allah’ın hükümlerini hâkim kılmışlardır. Allah da onları izzetli, itibarlı, şerefli eylemiştir. Aradan asırlar geçmesine rağmen, hâlâ o kahraman simaları hürmetle, muhabbetle yâd ediyoruz.
Peygamber Efendimiz, “Allah-u Teâla’yı, Allah’ın kullarına sevdiriniz ki, Allah da sizi sevsin” buyuruyor. Dünyanın en akıllı insanı, işte bunu yapandır. Gerçekte, bütün ders kitapları ve bütün kitaplar bu şuurla yazılmalıdır. İşte o zaman kalpler “gerçek sevgi” ile dolar. Kötülüğe, hainliğe yer kalmaz. Terörle, insana zarar veren bütün davranışlarla mücadele böyle olur. Ailede ve cemiyette dirlik ve düzenlik de böyle sağlanır. Ne mutlu Allah-u Teâlâ’yı sevme şuûru edinenlere. Ne mutlu, “Allah’ın sevdiği kimse” olabilenlere/olanlara…