(Lütfiye Aydın’ın bir köşe yazarına cevabi yazısı)
İnsan tanımadığını sevmez... Usul- usul, sindire- sindire tanıdıktan sonra vazgeçmek de hiç kolay olmaz Ayşegül hanım… Hep söylerim; o benzersiz kentin baklavasını, fıstığını, eşsiz yemeklerini sevmek hüner değil… Kendi adıma, kitapla ilk o kente tanıştım ben… Çocuğa saygıyı orada öğrendim… Yaşlılara saygıyı, tarihsel belleği, dayanışmanın güzelliğini, ana dilimizin doyulmaz tadını da... Bütün bunları orada..
.
Akten Köylüoğlu ile konuştukça da bilmediklerimi öğrenerek, bir zamanların “ÇÖL GELİNİ” Ayıntab'ın kızı olmakla övündüm hep...
“KÜÇÜK BUHARA'NIN EVLADI OLMAKLA...” Toplumsal duyarlılığımın kodları oradandır… Bütün bunlardan sonra oturup 300 küsur sayfalık bir de kitap yazdım… Hem de işkembe-i kübradan atmadan…
Her bilgi kırıntısı için onlarca kitap tarayıp, her yeni bulguyla da çakı bulmuş çocuklar gibi sevinerek… (Örn. Tevfik Fikret'in Urfa mutasarrıfı babasının bizim orada, Çamlıca eteklerinde gömülü olduğu bilgisi.) Şunca yıllık yazarım; beni hiçbir şey bu kitaba, Anka Kentim Antepim'e gösterilen ilgisizlik kadar incitmedi...
20 yaşımda ayrılmıştım oradan; sonraki 50 yıldan beri de bir an olsun aklımdan çıkmadı, Roma uygarlığının temelleri üzerinde de yükselmiş o söz, müzik, rivayet, hikâye, dostluk, insanlık cenneti…
Klasik Batı'dan otantiğine bütün müziklerle çok ilgili biri olarak, hiçbir ezgi bir “BARAK” müziği kadar tutuşturmadı kanımı… Ne var ki, bir baktık Antepia ucuzluğuna, marka şehir yavanlığına varmışız… “FUNDA HANIM'IN” güzel satırlarını içim yanarak okudum… Yerden göğe haklı; ancak es geçtiği noktalar olduğu kanısındayım…
Kendi adıma kısa süre Gaziantep Lisesi'nde öğrenci oldum; dört yıl da öğretmen olarak çalıştım o efsane kurumda.70'li yıllarda üst üste birincilikler almıştı Liselerarası Bilgi yarışmasında... Oysa 70'li yılları sonunda, Midas’ın Kulakları oynanan spor salonunun hemen yanında artık karakol vardı; çünkü çocuklarımız ölüyordu, her düşünceden...
Erken gelen nöbetçi öğretmenler o karakolun polislerince itilip kakılmadan, hakaret görmeden giremiyordu okuluna… Geçenlerde götürülen-üstelik de apolitik- öğrencilerden birinin “KANSERDEN ÖLDÜĞÜ” haberini alınca, bütün dehşetiyle yeniden yaşadım o beter günleri…
Öğretmenler, öğrencileriyle birlikte alınıp götürülüyordu dersin ortasında gerçekten de… Hangi öğretmen; ne saygısı...
Sevgili, rahmetli dostum Birsen Göğüş'ün gözaltında yaşadıkları da hiç dile getirilmedi, çağın hastalığına nasıl yakalandığı da... Şimdi adını vermek istemediğim, pırıl pırıl daha pek çok arkadaşım, öğrencim efin tefin edildi...
Daha sonra bunlardan kimi milletvekili oldu, bazıları da çok ünlü müzik yapımcısı... Ama o müthiş öğretmen kuşağı yaşadığı müthiş düş kırıklıklarının acısıyla terk ettiler dünyamızı... Sonunda geldiğimiz nokta bu olacaktı elbette. “ŞIRNAK’TAN SONRA, SONDAN İKİNCİYİZ…”
Bu yazının başlığı REQUİEM de olabilirdi; en iyisi adsız kalsın, değerli yitiklerimiz gibi...