Bir yanda her geçen gün değersizleşen Türk Lirası, bir yanda yüksek döviz kurları, bir yanda yüksek ama ona rağmen hala gerçeği yansıtmayan enflasyon ve yüksek işsizlik.
Tüm bu tanımlamaların gösterdiği tek bir şey var: Ağır ekonomik kriz.
Erdoğan ve AKP hükümeti Tansu Çiller’den sonraki en büyük devalüasyona imza attı. İnsanların alım gücü düştü, geçinmeleri zorlaştı. Temel yaşam ürünlerine bile erişmeleri imkansız hale geldi.
Krizin nereye kadar gideceği, nerede duracağı bilinmiyor. Bilinen tek şey bu günlere nasıl gelindiği, yürütülen politikaların ne sonuçlar doğurduğu.
Türkiye ekonomisinin geldiği noktayı anlatabilmek için 2000’li yılların başına gitmek gerekiyor. Türkiye’nin 2001 krizi sonrasında uygulamaya başladığı Güçlü Ekonomi’ye Geçiş programı 2002’de göreve gelen ve bu programı tavizsiz destekleyen AKP hükümetlerinin ekonomiyi canlandırma seçeneklerini kısıtladı. Bu program enflasyonun ve kamu maliyesinin kontrol altına alınması amacıyla devlet harcamalarını sınırlandırdı. Diğer bir taraftan bu program yatırımların teşvik edilmesi konusunda hiçbir reçete sunmadı.
Her ne kadar tartışıldığı ilk yıllarda programın ihracatı arttırma amacı güttüğü çeşitli kesimlerce dile getirilmiş olsa da program ihracatı canlandırma noktasında da bir yol haritası çizmedi.
Her ne kadar tartışıldığı ilk yıllarda programın ihracatı arttırma amacı güttüğü çeşitli kesimlerce dile getirilmiş olsa da program ihracatı canlandırma noktasında da bir yol haritası çizmedi. Hatta 2002-2013 yılları arasında Türkiye’de cari açığın 1990’lı yılların ortalamasının çok üzerine çıktığını görüyoruz.
Her ne kadar tartışıldığı ilk yıllarda programın ihracatı arttırma amacı güttüğü çeşitli kesimlerce dile getirilmiş olsa da program ihracatı canlandırma noktasında da bir yol haritası çizmedi. Hatta 2002-2013 yılları arasında Türkiye’de cari açığın 1990’lı yılların ortalamasının çok üzerine çıktığını görüyoruz. Milli gelirin yatırım, devlet harcaması ve ihracat kanallarıyla arttırmanın yollarının kapandığı bir ortamda AKP hükümetleri hanehalkını borçlandırarak tüketimi canlandırma yoluna başvurdu.
Türkiye makroekonomisine dair bakabileceğimiz birçok temel grafikte 2013-15 yıllarına gelindiğinde bir kırılma yaşandığını görüyoruz. Bu durumun temel sebeplerinden birisi Türkiye’nin 2002-13 yılları arasında uyguladığı büyüme modelinin büyük ölçüde yurtdışından gelen sermaye girişlerine bağımlı olması.
Verilere baktığımızda 2013 itibariyle dolar ve Euro’nun TL karşısında değer kazandığını, reel kurun düşüşe geçtiğini, hanehalkı borçlanmasının gayrisafi hasılaya oranında düşüş trendinin başladığını, büyüme oranının genel trendinin aşağı yönlü olduğunu ve enflasyon oranının (2016 itibariyle) artışta olduğunu görüyoruz.
Yani küresel konjonktürün değişmesiyle birlikte Türkiye ekonomisinin performansında bir kırılma yaşandığı görülüyor. Bu kırılmayla birlikte AKP popülaritesini korumasında etkisi olan değerli TL ve düşük enflasyon ortamı da ortadan kalkmış durumda.
Hepimizin bildiği gibi özellikle 2019 ve 2020’de döviz rezervlerimiz TL’nin düşüşünü önlemek amacıyla hızlı bir şekilde tüketildi. Ekonomi yönetiminin rekabetçi kur politikası gibi bir amacı olsaydı rezervler bu şekilde eritilmezdi.
Türkiye ‘Büyük Buhran’ içerisinde hem ekonomik hem de yapısal çöküşler yaşadı. Gelir dağılımı bozuldu, ücret seviyeleri geriledi. Buna karşılık varlık fiyatları çok hızlı yükseldi.
Alım gücü düştükçe ve umutlar söndükçe bu çöküş evlerin içine düştü..
2014-2022 arası adeta kayıp yıllar oldu. Emsallerimiz ilerlerken Türkiye dünya sıralamasında hızla irtifa kaybetti. Artık 16. büyük ekonomiden 20. sıraya geriledik ve bu düşüş duracak gibi de değil…
Yapısal çöküş öyle anlık ve kısa vadede anlaşılacak bir durum değildir. Yavaş yavaş zayıflar ve geride kalırsınız.
Mesela önce adalet çöker ama kimse umursamaz…Oysa adalet çökerse ülke de çöker. Bu kesin kuraldır… Hiç ama hiç şaşmaz. Ama yıllar içinde sinsice çöküşe girersiniz. Ama çoğu kimse ömrü boyunca bile bunu anlayamaz.
Olup biteni anlamanız dileğil ile….