Yıl 1688… Yer İsviçre. Tıp öğrencisi Johannes Hofer, tekrar tekrar önündeki raporlara göz atıyordu. Belirtiler hep aynıydı: Yüksek ateş, halsizlik, düzensiz kalp atışı, mide ağrısı, melankoli. Bazı vakalar ölümcüldü. Kimisi intiharla bitmişti. Hastalık epidemik özellikler taşıyordu ama nedense çoğunlukla İsviçreliler arasında görülüyordu. Daha da ilginci, hepsi bu hastalığa yurtdışında, askerlik veya ev işçiliği yaparken yakalanmıştı. Hastalıktan kurtulanlar arasında bir olay dikkat çekiciydi: Hizmetçilik yapan bir genç kız. Bir deri bir kemik kalmıştı. Canlı cenazeydi. Kızı, son kez ailesini görsün diye apar topar İsviçre’ye geri gönderdiler. Ancak beklenen olmadı. Kız, eve geldikten birkaç gün sonra mucizevi bir şekilde tamamen iyileşti.
Hastaların hemen hemen hepsinin bir başka özelliği de mırıldandıkları eski bir çoban şarkısıydı: “Kuhreihen.”
“Gelin hepiniz, beyaz olanlar, siyah olanlar,
Kırmızı olanlar, yıldızlarla işaretli olanlar,
Bu meşe ağacının altında sizi sağıyorum,
Bu kavak ağacının altında peynir yapıyorum.”
Bu inek temalı şarkı Johannes’in de diline dolanmıştı. “İşte bu!” dedi. “Küçük, önemsiz görünen bu ayrıntı. Tüm olayın anahtarı.” Hastalığa teşhisi koymuştu: “Memleket hasreti.” Kısaca, İsviçreliler Alpler’ini öyle özlüyorlardı ki beyinlerindeki titreşimler değişiyordu. Evden uzakta kalmak onları hasta ediyordu.
SORUN KONUMDAYMIŞ
Johannes, mürekkep damlayan kalemiyle dosyanın en üst sayfasına, doktora tezinden çıkıp dilimize yerleşecek o kelimeyi yazdı: “Nostalji.” Yunancada doğup büyüdüğü yere dönmek anlamına gelen “nostos” ve keder anlamına gelen “algos”un birleşiminden oluşuyordu.
Hastalığın tek tedavisi vardı: “Anavatana dönüş.”
Johannes’ten sonra nostalji, tipik bir İsviçreli hastalığı olarak görülmeye başlandı. Fakat Zürihli doktor ve doğa bilimci J. Jakob Scheuchzer (1672-1733) hastalığın nedeninin beyinde değil, “GPS koordinatlarında” olduğuna inanıyordu. Dağlarda yaşamaya alışkın İsviçrelileri, düşük rakımlı yerlerde kalmak hasta ediyordu. Diğer doktorlar ise nostaljinin İsviçrelilere özgü olmasının nedenini, Alpler’de sürekli yankılanan çan sesinin kulaklarında yaptığı etkiye bağladı. O çan sesi belki de bir tür ses terapisiydi. O sese alışan, eksikliğinde bir türlü huzuru bulamıyordu.
19. yüzyılda nostalji, bir tür melankoli veya depresyon olarak nitelendirilirken 20. yüzyıldan sonra “geçmişe karşı duyulan duygusal özlem” olarak romantik bir anlama büründü. İsviçrelilerce bulunmuş bir kavramdı ama artık dünyaya açılmıştı.
23 senedir ülkesine hasret bir göçmen olarak ben de nostaljiden dertliyim. Ben İsviçre’deyim ama buranın dağ havası, çan sesleri yetmiyor.
Ülkemin geçmişine özlem duyuyorum. Dağ başını duman almışı dinlerken boğazımıza oturan yumruyu, Andımız’ı okurken dikleşen çenemizi, “Bizimkiler”, “Perihan Abla” ve “Hababam Sınıfı” seyrederken gördüğümüz toplu terapiyi özlüyorum. Meclis’te birbirinin kafasını yarmak yerine tartışırken birbirinin sözünü kesmeyen liderleri ekranlarda görmeyi istiyorum.
Plazalarımızın olmadığı ama bir bardak toz şeker isteyeceğimiz komşumuzun bol olduğu günlere hasretim. O dönem ne yaşlımız yalnızdı ne gencimiz bu kadar idealsiz. Terörün kol gezdiği günlerde bile umudumuz vardı. Damarlarımızda her şeyi değiştirmek için muhtaç olduğumuz kudret dolaşıyordu.
BU KADAR ÜRKÜTÜCÜ DEĞİLDİ
Yolda yürüyen kadını istismar etmezse kuduran erkeklerin sokaklarda cirit attığı, İkballerin canice katledildiği, 2 yaşında Sıla bebeklerin sapkın emellere kurban edildiği, 8 yaşında Narinlerin en güvendiği kişiler tarafından poşete konduğu ve belki de en acısı, bu suçları derinlemesine araştırmaya gerek duymayan bir Meclis’in yönettiği bir ülke değildi Türkiye. Kadın olmak, çocuk olmak, hayvan olmak hep zordu ama bu kadar ürkütücü değildi.
Cani planlar için birleşen mafya bozuntusu, uyuşturucu bağımlısı, kadın nefretiyle tutuşan sapkın ve kompleksli “inceller” (istemsiz bekârlar) henüz türememişti.
Bunları türeten ortam yavaş yavaş oluştu: Balon bir ekonomide ülkenin genci, işsiz, yalnız ve mutsuz kaldı.
Liyakat bitince torpili olmayanın umudu kalmadı. Cahil insan yetiştirmeyi marifet, kolaya kaçmayı akıllılık, çocukları tarikatlara kurban etmeyi de dindarlık sanan uygulamalar, erkeği kadına yaban hatta düşman yapan söylemler, sözde “namusa” takıntılı ama namussuz magandaları doğurdu. Kadının kahkahasına, kıyafetine takanlar, cins kırımı yapanları cezasız bırakınca da sistem tümden hata vermeye başladı.
Hangi toplumu bu kadar sıkarsan, sıkıldığı yerden patır patır patlar. Şu anda bunu yaşıyoruz. Bir kadın, bir anne, bir yurttaş, bir insan olarak çok üzgünüm. Ülkemin vicdan sahibi çoğunluğu da benim gibi kırgın, kızgın ve yorgun. Her yerimiz ağrıyor.
İLACIMIZ BELLİ
Ancak Narinler ölürken üzülmek yetmez. Bizim birlik olup onların kanını yerde bırakmayacak hafızaya, sorumlularından hesap soracak inada, bu gaddar düzeni değiştirecek cesarete ihtiyacımız var. Bunun için de unutmamız gereken şu: Çıyanlar çoğalsa da çoğunluk değiller. Hak arayan her ses, Narin’in, İkbal’in, Ayşenur’un, Sıla’nın ve hikâyesi yarım kalan tüm kadınların da sesidir.
Bir de şu gerçek var: Bizim iyileşmek için dünya liderlerine değil, toplum hekimlerine ihtiyacımız var. Bizim adalete, kaliteli eğitime, eşitliğe ihtiyacımız var.
Nasıl ki İsviçreliler hastalıklarının tedavisini “anavatana dönmekte” buldu, bizimkisinin ilacı da belli: Cumhuriyetin kurucu değerlerine dönmek.