Anadolu’da ekseriyetle “anne” denmez, “ana” denir. Ana dendi mi, akan sular durur. Askeriyede esas duruşa geçilir gibi, esas duruşa geçilir. Rabbimin bizlere ihsan ettiği, dünyanın bu en güzel beldesinin maruf ismi de Anadolu’dur.
Rabbimiz (c.c.), kerim kitabında, anaya “öf!” demeyi bile yasaklamıştır. Anaların hukukunu tekrar tekrar beyan buyurmuştur. Sevgili Peygamberimizin (a.s.m.) analarla ilgili yüzlerce hadis-i şerifi vardır. Bunlardan biri de, “Cennet anaların ayakları altındadır” hadis-i şerifidir.
“Analık” dünyanın en şerefli, en aziz, en itibarlı, en değerli rütbesidir ve meşgalesidir. Maalesef “medenî” denilen, aslında denilerden de deni olan Batı medeniyeti âdeta analığa savaş açmıştır. Batı dünyası kadını anne olarak görmek istememekte, bunu çok itici bulmakta, kadını analıktan uzaklaştırmak için yüzlerce “numara” yapmaktadır. Kadın evden uzaklaşacak, “dışarıda” olacak, çalışacak, “analığı” düşünmeyecektir.
Oysa analık, en şerefli, mukaddes, aynı zamanda da dünyanın en ağır “işçiliği”dir. Ana 7 gün 24 saat vazife başındadır. Uyuma, dinlenme, keyfine bakma lüksü yoktur. Bebek “ingaa” der demez, ne kadar uykusuz ve yorgun olursa olsun anne hemen yavrusunun başındadır. Ana, evin direğidir. Beyinin huzurlu bir şekilde çalışması için elinden gelen gayreti gösterir. Yemek, temizlik, bulaşık, evi düzenlemek, gelire göre sarf etmek, çocuklarına kol kanat germek vazifesi onundur.
Bir devlet ve bir cemiyet, analar sayesinde ayakta durur desek, mübalağa etmiş olmayız. Zira analar, analık vazifesini layıkıyla yapamadı mı, o yuvada huzur olmaz. Huzursuz yuvalardan teşekkül eden cemiyet de huzursuz olur. Böyle huzursuz cemiyetin olduğu yerde devlet de huzursuz olur.
Gayet açık ve net söylüyorum: Bugün Batı cemiyetinin analara bakışı, hem şaşı, hem sakat, hem illetlidir. Hatta iğrençtir. Bu bakımdan analık müessesesini çökertecek bütün hukukî düzenlemeleri sakattır. İşte bize dayattıkları ve kabul ettirdikleri İstanbul Sözleşmesi ve yaptığı tahribat gözler önünde… Bu düzenlemeler yüzünden gençler evlenmekten korkar oldu…
Ülkenin huzuru ve geleceği için, analık mefhumuna ve analık hakkına ehemmiyet vermeliyiz. Devlet olarak her anaya “analık hakkı” verilmelidir. Bu, devletin imkânına göre sembolik bir rakam da olabilir. Diyelim 100 lira. Her çocuk için de 100 lira verilmelidir. Üç çocuk varsa, 300 lira çocuklar için, 100 lira da anneye. Bu 400 lira anneye verilmeli ve her sene enflasyon nispetinde artış olmalı ve bu “analık hakkı” ömür boyu devam etmeli. Biz burada sembolik bir rakam verdik. İnşallah, devletimiz borç yükünden kurtulur, Allah-u Teâlânın ihsanı ile petrol, doğalgaz ve sair madenlerin bulunmasıyla, üretime ağırlık verilmesiyle zenginleşir, buna paralel olarak analara ödenen maaş da artırılır.
İslâm tarihinde bu şekilde “analık hakkı”nı veren ilk idareci Hz. Ömer (r.a.) idi. Bu muazzez idareci zamanında, İslam toprakları ülkemizin 20 misli genişlikte büyümüştü. Düşünebiliyor musunuz, İran’ın Tebriz’i gibi 750 şehir fethedilmişti. 800 küsur da yeni şehir kurulmuştu. Elde edilen ganimetlerle, alınan cizye ve haraçlarla devlet hazinesi ağzına kadar dolmuştu. Hz. Ömer (r.a.), “Bu parayı nasıl değerlendirelim?” diye devlet ricaline sordu. Onlar da herkesin maaşa bağlanmasını teklif ettiler. Bunun üzerine her vatandaşa maaş verildi. Ayrıca kadınlara, “analık hakkı” diye “ süt parası” verilir oldu. Bu usul sonraki birçok İslâm devletlerinde de uygulandı.
Bu güzel gelenek devam ettirilmeli, devlet, çocuklarına kol kanat geren analara sembolik de olsa maaş vermeli ve analık teşvik edilmelidir. Analık derken, bütünüyle evinde olacak ve yegâne işi “analık” olan hanımları kast ediyoruz. Evet, hem çalışıp, hem de anne olan hanımlar da var. Ancak, onlar da itiraf edeceklerdir ki, onların analığı yarımdır ve bu durumdan onlar da memnun değildir.