Bugün 29 Mayıs. Yani İstanbul’un fethinin yıldönümü. 567 yıl önce büyük fetih gerçekleşmiş. Bir Salı günü. İlk Cuma da (1 Haziran 1453) Ayasofya’da namaz kılınmış ve bu mabet Kelime-i Şehâdet getirerek ihtidâ etmiş, Müslüman kimliğini almış ve cami olarak hizmete başlamış. Tam 481 yıl cami olarak açık kalmış. Nice şiddetli savaşlar olmuş (Rusların Yeşilköy önlerine kadar geldiği 93 Harbi, Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı), Ayasofya’da hep Ezan-ı Muhammedî okunmuş, namaz kılınmış. Hatta işgal yıllarında bile Ayasofya’da beş vakit namaz kılınmış. Ta ki 1934 yılına gelinceye kadar. 1934 yılında uyduruk (sahte) olduğu da söylenen bir Bakanlar Kurulu Kararı ile camilikten çıkarılıp müze yapılmış. İşte o tarihten itibaren de hem Ayasofya’nın, hem tarihimize sahip çıkan milletin “hicran devri” başlamış.
Bugün hamasî yazmayacağım, herkesi “gerçekler” üzerine düşünmeye davet edeceğim. Evet, Ayasofya Camii’nin “KAPATILMASI” çok garip bir durumdur. Ancak ülkemizdeki “gariplik” yalnızca bundan ibaret değildir. Zira ülkemizin yakın tarihinde çok garip işler olmuştur. İşte “Ayasofya’nın şifresini” çözmek; bütün bu garipliklerin nedenini, niçinini bilip, sır perdesini aralamaya bağlıdır.
Ülkemiz 1928 yılına kadar “resmen” bir İslâm ülkesi idi. Devletin dini “İslâm” idi. 1921 ve 1924 Anayasalarında bu belirtilmişti. İlk defa bu tarihte (yani 1928’de) bu esas Anayasa Maddesi olmaktan çıkartıldı. Ve ülkemizde yığınla gariplikler yaşanmaya başlandı. Yabancı ülkelerden kanunlar alındı. Şapka kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle yüzlerce kişi idam edildi. Ezan-ı Muhammedî’nin aslî şekliyle okunması yasaklandı, camilerin bazıları kapatıldı, satıldı, aslî gayesi dışında kullanıldı. (Meselâ Sirkeci Garı’nın yanındaki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Vezir Camii, yakın zamanlara kadar gazino olarak kullanılmaktaydı.)
Gariplikler o tarihten bu yana devam etti. En son, bütün bu garipliklerin üstüne tüy dikercesine, -AB istedi diye- İstanbul Sözleşmesi imzalandı ve TBMM’den kanun olarak geçirildi. Bunun nelere mal olduğunu herkes görüyor, biliyor. Ancak tıpkı Ayasofya’nın kapalı olması gibi kimse bu ucube sözleşmeyi iptal etmeye yanaşmıyor/yanaşamıyor.
Ayasofya üzerine 40 yıldır yazıyorum, çiziyorum. Benim gibi niceleri yazdı, çizdi, konuştu. Sayısı belirsiz mitingler yapıldı, Ayasofya’nın dışında namazlar kılındı. Ancak netice alınamadı.
Efendim, ortada bir Bakanlar Kurulu Kararnamesi varmış. Güldürmeyin insanı. İster sahte olsun, ister gerçek, bir Bakanlar Kurulu Kararı’nın hükmü nedir ki? Bir başka Bakanlar Kurulu Kararı ile iptali ile hükmü biter. Ya da şimdi Cumhurbaşkanlığı sistemi olduğu için Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir tek imzasına bakar. İşte o kadar… Ancak mesele o kadar basit değil.
Biiir biz yakın tarihimizi sorgulamalıyız. Ne ölçüde hür ve müstakiliz? Neden bizim bünyemize uymayan anlaşmaları yapıyoruz? Deli gömleği giyercesine kendi kendimizin elimizi kolumuzu bağlıyoruz?
İkiii niçin birçok kuruluşlara girmişiz. Bazılarına da girmek için çırpınıyoruz?
Üüüç niçin haricî siyaset, kültür ve ekonomi sahalarında millî politika ile izah edilemeyecek icraatlar sergileniyor?
Şimdi gelelim en baştaki soruya: Ayasofya Camii ne zaman ve nasıl açılır? Bu soruya bir iki tabirle, temsille cevap vermeye çalışalım:
Biiir: Sirkeyi, sarımsağı hesap eden çorbayı içemez…
İkiii: İskender’in Gordion’un düğümünü çözme taktiği bize de ilham verebilir. Meşhur hikâyedir: İskender Gordion şehrinin önüne gelmiş. Şehrin teslim edilmesini istemiş. Şehrin ileri gelenleri; “Bizim bir gemici düğümümüz var. Bunu çözebilirseniz, şehri teslim ederiz” demişler. İskender, “Getirin şu düğümü!” demiş. Getirmişler. İskender, kılıcını çıkarmış, düğümü ortadan ikiye ayırmış. “İşte çözüldü!” demiş.
Sözün özü: Fatih Sultan Mehmet gibi bir yiğit, fetih askerleri gibi yürekli insanlar ortaya çıkıncaya kadar bu hicran devam edecek. Burhan Bozgeyik de işte böyle edebiyat parçalayacak, yeni bir Ayasofya yazısı yazacak…