Bediüzzaman Hazretleri bu vatan topraklarında yetişmiş ve Kur’an-ı Azimüşşan’ın mânevî tefsiri olan değerli eserlerini bu toprakların muhtelif beldelerinde ikamet ederek telif etmiş bir İslâm âlimidir. Ancak üzülerek belirtelim ki vefatının üzerinden 60 sene geçmiş olmasına rağmen, hayatı, cihadı, eserleri yeterince tanınmamış, ümmete mal olmamıştır. Peki, bunun sebebi nedir? İslâm’ın ezelî ve ebedî düşmanları, ümmetin faydasına olan fikirler ve şahıslar üzerine oyun oynayagelmişlerdir. Bu söylediklerimizi en iyi Millî Görüş câmiâsı anlayacaktır. Son 50 yılda bu camiâ üzerine oynanan oyunlara, çıkarılan engellere bakınız…
Bediüzzaman’a ve eserlerine ambargo koyanlar, eserlerini tahrife yeltenenler, ümmetin bu eserlere ulaşmasını türlü oyunlarla engelleyenler kimlerdi ve neler yapmışlardı? Bu sorunun cevabını verebilmek için geliniz yaklaşık 120 yıl öncesine gidelim…
Osmanlı Devleti’nin hükmettiği topraklara ve Asya’daki zengin kaynakların olduğu topraklara hükmetmek isteyen İngiltere, burada işgâle direnenlerin Müslümanlar olduğunu tespit etmişti. Bu direnişin asıl kaynağını öğrenmek için Müstemlekat Nazırı (Sömürgeler Bakanı) olan Gladstone (Gıladiston) bizzat o bölgelere giderek araştırma yapmış ve araştırmasının neticesini İngiltere Avam Kamarası’nda açıklamıştı. Elindeki Kur’an-ı Kerim’le kürsüye çıkan Gladstone şöyle demişti: “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız.”
Bu sözler İngiliz gazetelerinde yayınlanmış, daha sonra Osmanlı Devleti sınırlarında neşrolan gazeteler bu sözleri iktibas etmişlerdi. O sırada Bediüzzaman, Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında misafireten bulunmaktaydı. Gazetelerden bu beyanatı okuyunca şu şekilde haykırmıştı: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş olduğunu ben dünyaya göstereceğim ve ispat edeceğim.”
Bediüzzaman, İslâm’ın hasımlarını çok iyi tanımaktaydı. İngilizlerin büyük bir oyun peşinde olduğunu görmüştü. Bu sinsi oyuna karşı ancak ve ancak Kur’an’ın elmas kılıcıyla karşı durulabilirdi. Ümmete sahabe-i kiramın yaşadığı gerçek İslâmiyet öğretilmeli, cihat ruhu aşılanmalıydı. Bunun için mutlaka devletin desteği şarttı. Bu maksatla İstanbul’a gidip Sultan II. Abdülhamid’le görüşmek istedi. Ancak padişahın etrafını çevirmiş olan komite bu görüşmeye izin vermedi. Daha sonra 1911 yılında resmî dâvetli olarak Sultan V. Mehmed Reşad’la birlikte Rumeli seyahatine çıktı ve bu seyahat esnasında eğitim projesini padişaha arz etti. Doğu vilayetlerinde medreseler (üniversiteler) açılmasının lüzumunu anlattı. Sultan Reşad’ın tensibiyle, hükümet, Van’da bir üniversite kurulmasını kararlaştırdı ve Van’ın Edremit bölgesinde bu üniversitenin temeli atıldı. Ne yazık ki bu proje Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle âtıl kaldı.
Bediüzzaman, 1911’de Van Kalesi’nin eteğinde Horhor Medresesi’ni kurdu ve burada talebe yetiştirmeye başladı. Hedefi, Gladiston’un dile getirdiği zındıka komitesinin planına karşı, İslâm’ı mükemmel şekilde öğrenmiş kimselerin dünyanın dört bir yanına giderek ümmete Allah’ın dinini anlatmasını sağlamak ve İslâm düşmanlarının saldırılarına mukabil cihat ruhunu aşılamaktı.
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine, Bediüzzaman, Osmanlı Devleti’ne müracaat ederek talebeleriyle birlikte savaşa katılmak istediklerini bildirdi ve devletten silah ve teçhizat istedi. Van Valiliği aracılığıyla iletilen bu talep kabul edildi ve Bediüzzaman ordudan temin ettiği silahlarla talebelerine cihat eğitimi vermeye başladı.
Bediüzzaman, sabah namazından öğle namazı vaktine kadar 500 talebesine İslâmî ilimleri ders veriyor, öğle ikindi arasında da cihat eğitimi yaptırıyordu. Bu talebeler o kadar mükemmel yetişmişlerdi ki, at üzerinde süratle giderken mavzer tüfeğini tabanca gibi kullanarak 200 metreden yumurtayı vuruyorlardı. İşte bu şekilde yetişen Bediüzzaman’ın talebeleri “Keçe külahlılar” diye meşhur olmuştu ve bu mücahitler geceleri o sırada devlete isyan eden ve Ruslarla işbirliğine giren vatan hâini Ermeni teröristlerle çatışıyor, baskına uğrayan yerlerde Müslüman ahâliyi koruyorlardı. (Bu konuya devam edeceğiz, inşeAllah)