Geçenlerde akrabalarımızdan Oğuz isimli gencin cenazesinde idim. Tabutu getirilip musalla taşına konulunca hislendim, gayr-i ihtiyarî gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. O anki hissiyatım şuydu: Ümmet yiğit bir evladını kaybetmişti. Küffarla yapılan çok çetin mücadelede mücahit ordusu yiğit bir neferini kaybetmişti.
Şevket Eygi ağabeyin vefatını, vefatından yaklaşık bir saat sonra öğrenince aynı hisleri yaşadım. Hani cephedesiniz, dört bir tarafınız düşmanla çevrilmiş. Siz hep ön taraftaki düşmanla meşgulsünüz, zira biliyorsunuz ki sağ, sol ve arka cenahınızı yiğit arkadaşlarınız korumakta. İşte böylesine bir atmosferde sağ cenahımdaki yiğit mücahit, Şevket ağabey vefat etti. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn.”
Benzetmem abartılı gelebilir. Gerçekte hiç de öyle değil. İslâm tarihinde, Müslümanlar, günümüzde olduğu gibi bütün İslam düşmanlarının yekvücut halinde saldırısına maruz kalmamıştı. Günümüzde saldırıyorlar. Hem silahlarıyla, hem kültürleriyle, hem kanunlarıyla… Neleri varsa. Bizi maddeten öldürmeye çalıştıkları gibi manen de öldürmeye çalışıyorlar.
Şevket ağabey, işte bu düşman saldırısına karşı şuurlu bir şekilde mücadele edenlerdendi. İrfan kalemizin temel taşlarından, temel direklerinden biriydi. Bedir Yayınevi ile yüzlerce eser neşretmişti. Kelile ve Dinme, Bostan ve Gülistan, Kimya-yı Saadet, İhya-i Ulûmü’ddin, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, 40-45 sene önce aldığım eserlerden bazıları… Millî Gazete’deki yazıları bile başlı başına hazine…
Şevket ağabeyin yazılarında üzerinde durduğu konuların başlıklarını yazsak, sayfalar tutar. O çok mühim konuları, “Ettekrarü Ahsen, velev kâne yüz seksen” kabilinden ısrarla tekrarlamakta idi.
Yazdıklarının bir kısmı, ütopik ve hayalî bulunabilir. Ancak, öyle değildi. Her satırı gerçekçi idi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Refah Partisi öncülüğündeki Millî Görüş’e geçtiği zaman, Şevket ağabey, Çamlıca’daki sosyal tesisin restoresini “meccanen” üstlenmiş ve gerçekten görenlerin hayran kaldığı bir tesis kazandırmıştı.
Yazılarındaki gibi çok titizdi. Şahsen bunu yakinen gördüm. İki kitabım (Dil Davası, Kültür Hazinemiz) Bedir Yayınevi tarafından neşredildi. Bazı yayınevlerinin yaptığı gibi şatafatlı, gösterişli kapağa ehemmiyet vermezdi. Ancak tashihe, imlaya çok ehemmiyet verirdi. O hususta kılı kırk yarardı. Yani işini sağlam yapardı.
Son yazıları, âdeta veda yazıları gibiydi. Hele, vefat etmesi halinde kedisine bakılmasını vasiyet ettiği yazısını okuyunca içim cız etmişti. 12 Temmuz Cuma günkü son yazısının son satırları veda etmekte olan yolcunun el sallaması gibi idi. İşte bakınız: “Sanma ey hâce ki senden zer ü sim isterler / Yevme la yenfau’da kalb-i selim isterler.” Şevket ağabey daha ne desin.
Millî Gazete’de büyük bir boşluk bıraktı. Bu bakımdan gazetemiz camiasının acısı çok büyük. Bedir Yayınevi’ndeki Mürsel ve Yunus beylerin boynu bükük kaldı. Kedisini dost eller sahiplendi. O cihetten gözü arkada kalmadı.
İrfan kalemizde büyük bir gedik açıldı. Emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker vazifesini hakkıyla yerine getirmekteydi. Doğruları üsluba dikkat ederek haykırmaktaydı. Doğrular zülf-ü yâre dokunurmuş, fincancı katırları ürkermiş, onun için mühim değildi. Hak ve hakikat uğruna çok bedel ödemişti. Hapis yatmış, gurbet ellerde yaşamak mecburiyetinde kalmış, nice iftiralara maruz kalmıştı.
Allah rahmet eylesin. Makberini cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin. Rabbim, Şevket ağabeyi hesapsız cennete girenlerden eylesin. Millî Gazete ve Bedir Yayınevi mensupları başta olmak üzere Şevket ağabey ile gönül bağı olan herkese başsağlığı ve sabr-ı cemil dilerim. Ölümün olmadığı ahiret yurdunda buluşmak üzere, şimdilik selametle git, Allah’a emanet ol, Şevket ağabey…