Çok tuhaftır, ümmetin parası ile yapılan binaya, satın alınan matbaaya ve bütün mal varlıklarına birileri el koymaya kalkışıyordu. Halbuki herkesin bildiği üzere bu gibi camialarda “mal sahibi” olarak gösterilen isimler semboliktir ve o mal-mülk onların değildir. Kendimden misal vereyim. Yeni Asya yayınlarından 12 kitabım neşrolmuştu ve bunlardan tek kuruş telif almamıştım. Bir gün Niyazi Birinci’nin (Yavuz Bahadıroğlu) sıfır bir araba aldığını görünce, kendisine bunu nasıl aldığını sordum. “Telifimi aldım,” dedi. “Kitaplardan telif mi alınıyor?” dedim, “evet” dedi. O zaman yayınevinin başındaki ismin yanına gittim. “Kitaplara telif veriliyormuş, bana niçin vermediniz?” dedim. “Biz gazetede yayınlanan çalışmalara telif vermiyoruz” dedi. “Şu şu kitapları ben geceleri çalışmak suretiyle hazırladım” dedim. “O zaman bakalım!” dedi. O zamanki parayla evin beyaz eşyalarını alacak kadar bir para verdiler. O sırada bir ismin Almanya’ya matbaa makinasını almak için gideceğini öğrendik. O paranın tamamını götürüp o isme verdim. Yine o günlerde, tatil günümde Yenibosna’da inşaatı devam eden gazete binasına gidip tuğla taşıyordum ve bundan da lezzet alıyordum. Bizim gayemiz İ’la-yı Kelimetullah idi. Bu binayı ve matbaayı manevî cihadın karargahı olarak görüyor, öyle hayal ediyorduk. Ancak gel zaman, git zaman o binada bize darbe yapıldı. Cemaat, yani okuyucular duruma el koydu. Mal varlığının teşkil edilecek bir heyete devredilmesi kararlaştırıldı. O karar verilince tapular üzerinde olan şahıs, “Bir abdest alıp geleyim” dedi. Gidiş o gidiş. Soluğu Almanya’da almıştı. Neyse bunlar uzun hikaye…
Birinci darbeden sonra 10 Ocak 1990 günü ikinci ve daha şiddetli bir darbe ile karşılaştık. Bekir Berk ve diğer isimler doğrudan siyasî iktidar ile görüşmüşler, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’dan yardım istemişlerdi. Gazete binasına geldiğimizde binanın önü polis arabası kaynıyordu. Kapıdan ismi yazılı olanları alıyor, bizi almıyorlardı. Bir ara fırsatını buldum, hemen girişteki santraldan arkadaşımız Yusuf’a rica ettim ve Demirel’i aradım. Telefona çıktı. Kendisine durumu anlattım ve bize darbe yapıldığını söyledim. “Hallolur, merak etmeyin!” dedi. O kadar. Sonradan öğrenecektik ki, durumdan o da haberdardı ve bizim Yakın Tarih Ansiklopedisi’ni neşretmekten vazgeçmeyişimizden rahatsızdı.
Biz o karda kışta 15 gün gazete binası önünde bekledikten sonra, Cağaloğlu’nda tutulan yeni bir binada gazeteyi neşretmeye karar verdik. O sırada Yeni Asya’nın yasağı da bitmişti. 15 gün içerisinde Yeni Asya’yı çıkardık. 20 Ekim 1991’de genel seçimler yapılacaktı. Seçim öncesi Demirel’i takip etme görevi bana verilmişti. O arada gündemdeki konularla ilgili röportajlar yapmam isteniyordu. Ne var ki daha önce defalarca röportaj yaptığım Demirel bu defa beni atlatıyordu. Helikopterine ise Amerika’dan gelen bir danışmanı alıyor ve onu yanından ayırmıyordu. İstanbul’a döndüğümde arkadaşlara, “Beyefendi bizi oyalıyor ve bizimle oynuyor!” demiştim. Arkadaşlarım yine hüsnü zan ettiler. Ancak sonraları hep “Burhan bizi îkaz etmişti. O haklı çıktı!” diyeceklerdir. Yapılan seçimde DYP oyların %27’sini alarak 178 milletvekili elde edecek ve TBMM’de 1. parti gözüktüğü için Demirel, hükümeti kurmakla görevlendirilecekti. DYP, 20 Kasım 1991’de Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) ile bir koalisyon hükümeti kurdu. Yıllar sonra Demirel tekrar başbakan olmuştu. Risale-i Nur camiasının büyük paydası ta başlangıcından beri Demirel’e omuz vermiş, âdeta onu sırtında taşımış, bütün iktidarlarında katkısı olmuş, hele siyasi yasakların kaldırılması referandumunda hayatî rol oynamıştı. Ama Demirel, o pragmatik tavrı ile, köprüyü geçtikten sonra “Arap fakir, kurban mafiş” demişti. (Bu fıkrayı da bize kendisi anlatmıştı.)
1990 yılı sonlarına doğru gazetede arkadaşlarla fikir teatisi yaptık ve şu karara vardık: “Arkadaşlar biz yıllarca sırf bu Demirel muhabbeti ve bu isme destek için nice kesimi kırıp döktük. Müslüman kardeşlerimizle karşı karşıya geldik. Bu tavır yanlıştı. Geliniz bundan böyle biz İttihad-ı İslam için çalışalım. Bütün ümmetle kucaklaşalım. İşte bu karardan sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin hayattaki talebelerini ve hizmetkarlarını ziyaret ettik. Hak tarikatların önde gelenleriyle görüştük. Arif Calban ara seçimde Kağıthane’den Belediye Başkanı seçilmişti, kendisini ziyaret ettik. Recep Tayip Erdoğan Bey RP il başkanı idi. Hasta olduğunu öğrenince evinde ziyaret ettik. Sağ olsun bizi çok güzel ağırladı, ısrar etti ve birlikte yemek yedik. Bir müddet sonra merhum Erbakan Hoca bizi gazetede ziyaret etti. Erbakan Hoca’nın gelişinden birkaç gün sonra patron (Mehmet Kutlular) beni odasına çağırdı; “Siz ne yapıyorsunuz?” dedi ve yaptığımız görüşmeleri ve Erbakan’ın gelişini sıraladı. “Ne var bunda. Biz İttihad-ı İslam için çalışıyoruz!” dedim. İşte o andan sonra gümbürtü koptu. Bu gümbürtünün arkasında da yine Demirel vardı… Hikayemizi diğer yazımızla noktalayalım, inşaAllah…