Anadolu’muzda “tuz ekmek hakkı” diye bir tabir var. Bir kişiyle yemek yedinizse, onun hakkı ve hatırı ömür boyu devam eder. Bundan dolayı “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var” denilmiştir. İşte biz böyle hatırşinas insanlarız. İstanbul ile de aramızda 33 yıllık “tuz ekmek hakkı” var.
İstanbul… Kâinatın Efendisinin (a.s.m.) asırlar önce fethini müjdelediği kutlu belde… Müslümanların gözbebeği… Müslümanların bol oluşundan dolayı adına “İslambol” denilmiş (sonradan galat olarak İstanbul olmuş).
Bu güzel İslâm şehrine 1975’te geldim. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazanmıştım. Rabbime hadsiz hamdolsun, şehre ayak bastığım andan itibaren güzel insanlarla karşılaştım, tanıştım. Güzel ahlaklı insanlarla beraber daire tuttuk, namazlarımızı birlikte eda ettik. Yemeklerimizi birlikte yaptık. Rabbim bereket ve huzur ihsan etti. Talebe iken, Fatih’te Sarıgüzel semtinde (Mehmet Âkif’in evinin olduğu sokakta) iki sene, Aksaray’da bir sene, Karagümrük’te bir sene ikamet ettim. Sonra Üsküdar’a taşındım. Burada bana göre İstanbul’un en güzel yerinde, Sultantepe’de 3,5 sene oturdum. (Bizim zamanımızda Sultantepe korusu özelleştirilmemişti, satılmamıştı. Halka açıktı. Orada insanlarımız Boğaz’ın eşsiz manzarasını temaşa ederek piknik yaparlardı.) Yazılarla meşgul olup da kafam daha fazlasını kaldıramaz olduğunda sahile iner, Şemsipaşa’dan Kız Kulesi’ne doğru yürüyüş yapar, dönüşte sahilde taze balık alıp eve dönerdim. İşyerimiz uzak bir yere taşınınca çarnaçar nakl-i mekân ettik. Zira en seri şekilde gitsem iki saat gidiş, iki saat dönüş olmak üzere tam dört saat yolda geçmekteydi. Rabbim lutfetti, Güngören’de ev alıp taşındık. Daha sonra Şirinevler’de oturduk ve derken 33 sene sonra memleketimize avdet ettik.
Gel görelim, İstanbul’dan kopmak ne mümkün. Dediğimiz gibi aramızda “tuz ekmek hakkı” var. Ayrıca İstanbul’un üzerimizde emeği büyük. Dünyanın en zengin kütüphaneleri orada. Doğrusu onlardan çok istifade ettim. Kim ne derse desin, İstanbul bir ilim ve kültür merkezi. Çok değerli şahsiyetlerle tanıştım. Sohbetlerinde bulundum. Bizim üniversite ve fakülte zaten başlı başına ilim ve irfan merkezi idi. Çok istifade ettim. Gazeteciliğe orada başladım. Kitaplarımın ekseriyetini orada yazdım ve orada yayınlandı. Evlatlarım orada dünyaya geldi ve büyüdüler. Bir çırpıda sayamayacağım kadar çok arkadaşlarım, dostlarım, ahbaplarım oldu.
Sıla-i rahme çok ehemmiyet veren biriyim. İstanbul’a gittiğimde de buna dikkat ederim ve dostları, ahbapları, kendileriyle gönül bağım olan âhirete intikal etmiş olan büyüklerimizi ziyaret ederim. Başta Ebu Eyyube’l Ensarî Hazretlerini, Yuşa Aleyhisselamın makamını, Aziz Mahmut Hüdai Hazretlerini, sahabe kabirlerini, padişah türbelerini… Sonra İstanbul’da bana has mekânlar var, oralara giderim. Meselâ Yavuz Sultan Selim ve Fatih camilerine… Anadolu yakasında Şemsipaşa ve Mihrimah Sultan camilerine… Bir de olmazsa olmaz gezilerim var: Eminönü’nden vapurla Üsküdar’a geçmek, Eyüp Sultan’dan yine vapurla Üsküdar’a gitmek gibi… Bir gezi yerim daha var; Kabataş’ta Sarıyer otobüsüne binmek. Yer ise otobüsün sağ tarafı ve cam kenarı olacak. Boğazı seyr ede ede gideceğim. O arada en güzel iş, hem Cenab-ı Hakkın Cemîl isminin tecellisini seyredip, hem salavat-ı şerife okumak… O esnada uyuyanlara, ya da kafasını cep telefonuna gömenlere hayret etmişimdir. “Yahu arkadaş, başını kaldırıp şu güzelliklere baksanıza! Cenab-ı Hakk’ın bu nimetlerine şükretsenize!” diyesim gelir. Bazen Baltalimanı durağında inerim, sahil kenarından Emirgan’a kadar yürürüm. Bu gezilerimde sık sık İstanbul için dua ederim: “Ya Rabbi! Bu şehri İslâm nuruyla şereflendir. Tekrar İslâmbol eyle!” diye. Hele Sultanahmet meydanında iken Ayasofya’ya bakıp gözyaşları içerisinde, “Ya Rabbi! Bu camimizde tekrar namaz kılmayı nasip eyle!” diye çokça dua etmişimdir. Ey güzel İstanbul! Ey aziz dostum! Sen ki Fatih ceddimin aziz yadigârısın. Aramızda o kadar tuz ekmek hakkı var. İnan ki duamdasın. Rabbim seni bize bağışlasın. Kem gözlerden muhafaza eylesin… (Âmin.)