Rabbimiz (C.C.), Kur’an-ı Azimüşşân’da, “Vallahu yed’û ile darü’s-selam” [“Allah kullarını selâm yurduna (cennete) çağırıyor.”] (Yûnus Sûresi / 25) buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz (A.S.M.), “yaşayan Kur’an” olarak bütün insanları ve bütün mü’minleri, Allah-u Teâlâ’ya itaate, hükümlerini hâkim kılmaya, âhiret hayatına hazırlanmaya, cennete layık olmaya dâvet etmiştir. “lâ ayşe illâ ayşü’l-âhireti” “Hiçbir güzel hayat yok, ancak âhiretin güzel hayatı var. Mühim olan âhiretin güzel hayatıdır.” buyurmuştur.
Bu dünya, bir yolcunun kısa bir müddet dinleneceği bir han, bir konaklama mevkii gibidir. Mü’min için bu dünya ne kadar mesudane bir hayat yaşarsa yaşasın cennetteki hayata göre bir zindan gibidir. Sevgili Peygamberimizin şu hadis-i şerifi ne kadar ibretlidir:
“Dünya mü’minin zindanı ve kâfirin cennetidir.” (Riyâzü’s-Sâlihîn, c.1, s. 505, hadis no: 472)
Hâdis şârihlerinden Bedrüddin Aynî’nin bu hadis-i şerifle ilgili bir hatırası vardır. Antepli bir âlim olan bu değerli sîma, Memlûklü Devleti’nde, hem Kâhire Belediye Başkanı, hem devletin en büyük medresesinin müderrisi, hem Buharî Şârihi idi. Bir gün güzel kıyafetiyle, korumalarıyla birlikte at üzerinde Kahire sokaklarında giderken önüne bir Ermeni demirci çıktı. Üstü başı is, pas içerisindeydi. “Dur! Dur!” dedi. Bedrüddin Aynî’nin durması üzerine, şöyle dedi:
“Bir müşkülüm var. Şu soruma cevap isterim. Sizin Peygamberiniz, ‘Dünya mü’minin zindanı ve kâfirin cennetidir’ demiş. Bir senin kıyafetine, saltanatına bak, bir de bana… Seninki ne biçim zindan, benimki ne biçim cennet! Cennet bunun neresinde?...”
Bunun üzerine Bedrüddin Aynî şu cevabı verdi:
“Bre kefere! Âhiret hayatını göz önüne getirdiğimizde, benim gibi mü’minlerin cennette karşılaşacakları nimetler ve saltanat karşısında bu dünya hayatı bize bir zindan gibi gelecektir. Siz kâfirlerin gideceği cehennem hayatına nispetle, bu dünyadaki yaşantınız da sizin için bir cennet hayatı gibi olacaktır.”
Kur’an-ı Azimüşşan’da ve hadis-i şeriflerde cennet hayatı da cehennem hayatı da tafsilatıyla anlatılmıştır. Bu tasvirleri okuyan kişi, var gücüyle ebedî hayat yurdu olan âhirette cennete layık olmak için çalışır. Akıllı insanın yapacağı budur. Sevgili Peygamberimizin (A.S.M.) şu hadis-i şerifine bakalım:
Ebû Ya’lâ Şeddâd b. Evs radiya’llâhu anh’in rivayet ettiğine göre, Peygamber aleyhisselatü Vesselam şöyle demiştir:
“Akıllı kimse, kendisini sorguya çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz kimse, nefsini hevâsına tâbî kılar ve Allah’tan, olmayacak şeyler bekler.” (a.g.e., c.1, s. 101, hadis no: 66)
Bütün sahabeler, tabiin, tebe-i tâbiin ve nice ulema, evliya, asfiya ve onlardan hakikat dersini alan mü’minler işte bu bakımdan var güçleriyle “Âhiret hayatı” için çalışmışlardır. Sahabe-i kiram, cihat kılıcını kuşandıktan sonra elde ettikleri ganimetlerle muazzam servet sahibi olmuşlardır. Ancak onlar yine eskiden olduğu gibi mütevazı bir hayat yaşamış, servetlerini i’lâ-yı kelimetullah için harcamışlardır. İlimde ilerleyenler medreseler açmış, medresenin bütün masraflarını kendileri karşılamış, cihat için yola çıkacak orduyu donatmış, kendileri de o cihat ordusunda vazife almışlardır. Onları örnek alan Müslümanlar da, dünya hayatına iltifat etmeyerek, bütün gayretleriyle, Cenab-ı Hakk’ın rızasını elde etmeye çalışmışlardır.
Bu kâinat ve bu kâinatta nokta kadar bir yer tutan bu dünya Allah’ın mülküdür. Allah-u Azimüşşan, kendi yolunda cihat edenlere bu dünyayı da vermiştir. Ancak onlar asla bu dünyaya iltifat etmemişlerdir. Yönlerini dünyaya çevirenler de kısa bir müddet sonra bu dünyadan silinip gitmişlerdir. Endülüs Emevi, Osmanlı ve nice İslam devletleri gibi… Âhiret yurdunu tercih etmeyi unutan nice servet-sâman sahibi Müslüman yaşamıştır. Hani onların konakları, hani bağları, bahçeleri, hani altınları… Onlar kimlere kaldı ve kendileri kabre girerken o servetten ne götürdü?