“Benim oğlum fuara gezmeye gitti.”
Gece yarısı evi basılıp, didik didik aranırken, hasta yatağından kaldırılınca, uyku mahmurluğu ile böyle demiş, baba.
Haksız değil, çünkü oğlu böyle izin alarak, evden çıkmış.
Fuar, o zamanlar tek eğlence ve gezme mekanı!
Evi arayanlardan bir “görevli”: ”Ne fuarı amca, oğlun duvarlara yazı yazarken yakalandı.”
“Duvarları yıktı” der gibi!
Duvarlar, aramıza ördüğümüz şu yüksek duvarlar; Saklanılmaya çalışılan kibrin, maskelenen vicdansızlığın, iyilik kılığındaki kötülüğün, küçük hesaplara kurban edilmiş geleceğin şu iğrenç “duvarları”, yıkılabilseydi taa o zamanlardan her şey bambaşka olabilirdi! Yıkılamadı!
Yıkan birileri çıkacaktır, elbet!
Neyse!
Babada kalmıştık!
Aylar sonra baba, oğluyla ilk karşılaştığında müstehzi gülümseyişi ile kelimelerin yumuşaklığında kucaklaşacaktı oğulla, ”geçti der” gibi! Oysa geçmemişti!
Oğul ve arkadaşları;
Ellerinde boya kutuları ve fırça şehrin sokaklarında duvarlara “Barış” yazıp dolaşırken Ağustosun sonlarıydı. Ülkemiz, ”sıkıntılı” bir Eylül’e giriyordu. Planlanmış bir sıkıntı; Saat kaçta, hangi evler basılacak, kim, nerede, nasıl gözaltına alınacak, nereye götürülecek, nasıl işkenceden geçirilecek, o işkenceyi kimler yapacak...!
Bütün yapılacak kötülükler “Kara kaplı deftere” bir bir not edilmiş, meğer!
İşte, bunlardan habersiz bir kaç genç “sıkıyönetimi” umursamadan şehrin en işlek sokaklarında, caddelerinde “YAŞASIN BARIŞ” yazıyorlardı. Ailelerine “fuara gideceğiz” yalanını söylemişlerdi. Yalanın açığa çıkmaması için gecenin içinden bir ‘hayalet’ gibi geçmeleri gerekiyordu.
Geçemediler!
Meğer ülkeyi saran “kardeş kavgasının” ortasına yeni bir kötülük tohumunun ekilmesi günler öncesinden planlanmış: 12 Eylül 1980.
12 Eylül 1980’nin hala izlerinin taşınıyor olması, hala zihinlerde onun kötülüklerinin ve kalıntılarının kullanılıyor olması, onun yarattığı tahribatın ülkeyi hala ‘sürüklüyor’ olması ne acı.
Neyse!
Gençlerdeydik:
Sıkıyönetimin sıkılığı “on sekizimizde en değersiz eşyamız canımızdır”, mısrasını doğrulayan gençlere vız geliyordu. Bir özlemi bir hayali duvarlara yazıyorlardı: BARIŞ.
Gençleri, ”en değersiz eşyalarını canlarını”, bir eşya gibi enselerinden tutup götürdüler, ”işkence haneye”.
Böyle bir çok hikaye o zamanın gençlerini eylüle gönül bağı İle bağladı. İdealleri, hayalleri ve inanmışlıkları her eylül geldiğinde sızlar! Eylül bir aşk sızısı gibidir onlar için.
O oğulun Eylül aşkı da on beş yaşında gözaltında falakaya yatırıldığında başladı. Nasıl bir aşksa! Acı ile perçinlenmiş! Vurulan her sopa Eylül’ü kazımış kalbine ve hafızasına! Aşkta böyle kazınmaz mı insanın kalbine! Ne çok ağırdır aşkı taşıyanın “sırrı”; Tutku, heyecan, sevinç, telaş, hüzün, hayal kırıklığı ve acı ile sarmalanır kalp.
Kalp,kıymetli emanetlerini yıllarca taşır taşımasına da!
Neyse!
Barışta kalmıştık:
Barış denildiğinde ürküyorlar, savaşmaya alıştırılmışız! Barış; huzursuzluktan, savaştan beslenenlerin “işine” gelmez.
Neyse!
Eylül’e geçelim!
Yoksa babayı mı anlatıyordum, gençleri mi, oğulu mu yoksa, Barışı mı hayır aşkı anlatıyordum.
Yok yahu, Eylül’ü anlatıyordun:
Gençler; Keyfli, heyecanlı, hüzünlü, Sevinç’le daldılar sokaklara: ”Bir kayadan Zümrüt bir denize dalarcasına.”
Eylül’ü anlatacaktın?
Bu eylül o eylül; Yine sokaklarda, yine barışta, yine aşkta, yine işte, güçte, tarlada, yine kavgada yine hayatın içinde olacağımız eylül.
Eylül bitirir, Eylül başlatır. Eylül unutturur, Eylül umuttur. Eylül hayaldir, Eylül hayal kırıklığıdır, Eylül hayattır, Eylül hayat kırıklığıdır... Eylül hatırlatır.
Eylül herkesin payına bir şey bırakır ve devam eder!
Eylül, gene geldi! Gene bir Eylül, Gelsin ve yaşansın. Gene kafamızı karıştırsın, gene hem geçmişi hem geleceği düşündürsün.
Yani!
Herkesin anlatacak bir çok hikayesi vardır mutlaka,dinlemek anlamak gerekir!
Anlamak, mutlaka anlamak!
Fernando Pessoa diyor ki; "Kimseyle alay etme, asla kimseyi küçük düşürme, kalbinin en ücra köşesinde bile yapma bunu. İnsan yaşamı alaya alınmayacak kadar hüzünlü ve ciddidir!"
İyi bir Eylül diliyorum.
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?