Akrabamızdan merhum Hoca Mustafa, Nasrettin Hoca gibi birisiydi. Hazır cevaptı. Başından geçenleri öylesine hikâye ederdi ki, dinleyenler saatlerce ağzının içine bakar, sohbetinin bitmesini istemezlerdi. Ben de onun sohbetlerini teybime kaydederdim. Hocamızın bizim Barak köylerinden biri olan Tutlucalılarla ilgili hikâyesi de ibretlidir. Kendisinden dinleyelim:
“Efendim bizim Tutlucalılar, kendilerine ‘Lapacılar’ denilmesinden müthiş rahatsız olurlar. Bunun sebebini de izah edeyim. Bir defasında bu köydeki bir düğünde, misafirlere sabahleyin mercimek çorbası ikram edilmiş. Öğleyin mercimekli köfte, akşamleyin de lapa gelince, misafirlerden biri, ‘Durun kimse elini yemeğe uzatmasın!’ demiş ve belinden çıkardığı tabancayı leğene doğrultup sıkmış. ‘Ne bu ya, sabahleyin çorbası, öğleyin köftesi, akşamleyin lapası!.. Bu köyde mercimekten başka yiyecek yok mu?’ demiş. İşte o günden sonra bu köylülere ‘Lapacılar’ denilmeye başlanmış. Denilmiş ama köylüler bundan rahatsız. Bakmışlar olacak gibi değil. Köyün girişine ve çıkışına ‘karakol’ kurmuşlar. Çocukların eline sapanları vermişler ve sıkı sıkıya tembihlemişler. ‘Buradan kim geçerse, kamyon olsun, otobüs olsun, kim ‘Lapacılar’ derse sapanla taşı yapıştırın!’
Hocamız burada, bizzat yaşadığı olayı naklediyor:
“Bir gün kamyonla gidiyorduk. Tutluca’nın girişinde bir kuyu vardı. Kamyonlar ve otobüsler ekseriyetle orada durur, yolcular su içer. Bizim kamyon da durdu. Aşağı indik. Bir de baktık ki, çocuklar etrafımızı sarmış. Ellerinde sapanlar. İçerisine taşı koymuşlar, sallayıp duruyorlar. Bir yandan da şöyle diyorlar: ‘De hele de! O lafı de!’ İçimizde en yaşlı olan Alelcimey (o bölgedeki bir köylü) çocuklara şöyle diyor: ‘Git oğlum git, ben o lafı demem!’ Çocuklar sapanı çevirmeye devam ediyor: ‘Şimdi araba hareket edince dersin değil mi?’ Hepimiz bu defa, ‘Yok oğlum yok, biz o lafı demeyiz!’ diyoruz. Gerçekten hiç kimse o lafı demedi ve selametle yolumuza devam ettik.”
Merhum Hoca Mustafa’mızın bu kıssasını yazı hayatım boyunca unutmadım. Yazılması gerekip de yazamadığım nice konular oldu. İçime attım. “Midas’ın kulakları” masalındaki gibi, bazen kimsenin duyamayacağı yerlerde yüksek sesle dile getirdim, zalimlere hak ettikleri kelimelerle seslendim. Ama yine de içimizde ukde kalıyordu. Neticede milyonda bir görülen “reyting-cramp” denilen bir nevi yazar hastalığı bizi buldu. Nörolog Ali Akben dostumuz, bu teşhisi koyarken şu espriyi yaptı: “Yani şimdi sen bazı insanlara sövmek istiyorsun, ama bir şey diyemiyorsun, değil mi? Bu şekilde içine ata ata işte neticesi bu oluyor!” Neticede Rabbim şifa ihsan eyledi.
Hoca Mustafa’mızın bu kıssasını, torunlarımla yaptığım bir anlaşma vesilesiyle tekrar hatırladım. Ellerindeki tablette ve cep telefonunda bazı programları takip ederlerken YouTuberlerın kullandıkları bazı çirkin kelimeleri tekrarlıyorlardı. O kelimeleri işitince, çocuklarımıza uyguladığımız “klasik metot” aklıma geldi. Çocuklarımızın ağzına biber sürmüştük, bir daha ağızlarından çirkin söz duyulmamıştı. Torunlarıma şöyle dedim: “Bir daha ağzınızdan çirkin söz duyarsam, ağzınıza biber süreceğim. Ben söylersem, her birinize 5’er lira vereceğim!” Bu anlaşmadan en zararlı çıkan ben oldum. Çocuklar biber korkusundan bir daha o lafları söylemediler. Ancak araba kullanırken yanımda iseler, “cezalık kelimeler” ağzımdan kaçıveriyordu. Koca TIR, sinyal vermeden şerit değiştiriyor, üzerimize çıkacak. Siz olsanız ne dersiniz. “Çüş!” demişim. Torunlar hemen başlıyor, “Dede ver 5 lira!” Ya da önümdeki sürücü sinyal vermeden aniden yavaşlıyor, sağa veya sola dönüyor. “Oha! Oha!” diyorum. “Dede ver 5 lira!” İyi ki Filistin’de 4-5 yaşındaki çocukları tevkif edip götüren zâlimlere söylediklerimi duymuyorlar. Ya da Çin’in Doğu Türkistanlı kardeşlerimize yaptıklarını işitince söylediklerimi… Hocam, “Öfkelenmeyen insan, ya ahmaktır, ya münafık!” demişti. Öfke bir enerjidir. Ne var ki nice zamandır Müslümanların o enerjileri toprağa veriliyor, gazı alınıyor. Çirkin söz söylemeye hayır, ama zalime, zulme, haine, münafığa karşı öfke duymaya evet!