Gerçekleri alnının çatına çatına vurduğum için neden hala ben çemkiriliyorum.? Çalıştıramadığınız saksının sorumlusu ben değilim.!!
Türkiye Cumhuriyeti’nin ikili anlaşmaları 23 Şubat 1945’te başladı. Aslında bu başlangıç teslimiyet anlaşmalarının ilkidir. Türkiye, yeni hegemon güçler tarafından sofralarında paylaşıma hazır bir ülke olarak görülüyordu. Kurulduğu ilk dönemde dışa kapalı bir cumhuriyet görüntüsü vermekteydi. II. Dünya Savaşından sonra daha esnek ve dışa açılan bir politikaya yöneldi. Savaş boyunca tarafsızlık politikasını en iyi yöneten cumhuriyet, sonlara doğru Almanya ve Japonya’ya savaş açarak sahnede yer almaya çalıştı. Büyük güçler, savaşın sonu yaklaştığında yaptıkları toplantılarla adeta Dünyayı parselleyerek bölüştü. Türkiye Cumhuriyeti jeopolitik olarak çok stratejik bir coğrafyada olmanın sancılarını ciddi anlamda hissetti. SSCB’nin sıcak denizlere inme arzusu, Batılı güçlerin bunu engelleme gayretleri Türkiye’yi devamlı bir gerilimin ortasında bıraktı. Kasasında 245 milyon dolarlık altın bulunan yeni cumhuriyet SSCB’nin baskıcı tutumu, İngiltere ve ABD’nin sanki SSCB ile anlaşmışlar gibi umursamaz tavrı, Türkiye Cumhuriyetini ABD’nin ve ortaklarının kurtlar sofrasına düşürdü. İşte bu durum Türkiye’yi teslimiyet anlaşmalarına giden sürece sürükledi. Bu anlaşmaların ilginç sonuçlarını ele almak mümkündür.
Türkiye ve ABD arasında yapılan askeri, siyasi vs. yardım anlaşmaları neticesinde ABD bin kazanım sağlamışken Türkiye birini bile kazanamadı. Buna rağmen adına ikili anlaşmalar denmektedir. Bu olsa olsa teslimiyet anlaşmasından başka bir şey değildi. Birkaç örnek verelim: ABD’nin bu anlaşmalara istinaden kopardığı tavizlerden biri Türkiye’de öğrenci seçimi yapmak ve bu öğrencileri ABD’ye götürerek eğitmek oldu. Yazar: “ABD, kendisine yararlı olacaklarını düşündüğü öğrencileri yüksek ücretlerle ülkesinde istihdam ediyor” demektedir. Diğer öğrencileri de Türkiye’ye gönderiyor. Göndermeden önce her birini ayrı ayrı fişliyor. Çıkarlarına faydalı olacağına inandıklarını takibe alarak Türkiye’de önemli mevkilere getirmek için elinden gelen tüm imkânları seferber ediyor. İsteklerine faydalı olmayacaklarını düşündükleri (Sadece Türkiye’nin çıkarlarını düşünenleri) sürekli kontrol altında tutarak önlerini kesmek için elinden gelen tüm imkânları kullanıyor. Ayrıca yardımlardan artan paraların kullanılması için kurulan bir komisyon mevcuttu. Ve bu artan paraların kullanma yetkisi ABD büyükelçisinin elindeydi. Büyükelçinin kullandığı bu para örtülü ödenek gibi olacaktı. Büyükelçi bu parayı dilediği gibi tasarruf edecek ve hiçbir sorumluluğu da olmayacak, kimseye hesap vermeyecekti. Bazen çıkarına fayda sağlayacağını düşündüğü vakıf ve derneklere bağışlar yapacaktı. Bazen de öğrenci bursu olarak kullanacak. Bütün bunları yaparken Türkiye Cumhuriyeti’ne ne bir bilgi ne de bir hesap verecekti.
Anlaşmanın diğer bir maddesi de: Türkiye’ye gelen ABD vatandaşlarının gümrükten kontrolsüz geçmeleri, kendi posta (kargo) şirketlerini kullanabilmeleri, Türkiye’de Türk halkının vermiş olduğu hiçbir vergiye tabi olmamalarıydı. Bütün bu tavizler ikili anlaşmaların Türkiye üzerine yüklediği ağır yükleri göstermekteydi. Anlaşmanın yapıldığı dönemde Türkiye’de 30.000 ABD vatandaşı bulunmaktaydı. Bu vatandaşlar gümrükten kontrolsüz geçmekte ve kendi kargo şirketlerini kullanmaktaydı. Türkiye’ye soktukları kaçak ticaret malları ve vergi vermeden bu ülkede piyasaya sürerek kazandıkları meblağı hesaplamak imkânsızdı. Çok kısa bir süre sonra zamanın Türkiye hükümeti 70 sente muhtaç olduğunu açıklamıştı. Bu anlaşmayı ikili anlaşma diye lanse etmek Türkiye’ye yapılmış en büyük ihanetti. Bu olsa olsa bir teslimiyet ya da sömürge anlaşmasıydı.
ABD ve Türkiye Arasında Tarım Ürünleri Anlaşmaları
ABD ile Türkiye 1955’te ilk tarım ürünleri anlaşmasını yapmıştı. Üzülerek ifade etmeliyiz ki bu anlaşma da askeri anlaşmalar gibi Türkiye’nin lehine en ufak bir fayda sağlamamaktaydı. ABD’nin hesabına tarım ürünleri karşılığın da Türk Lirası yatırılacaktı. ABD, bu parayı kendi faydası için yeni pazar paylarını arttırmaya harcayacak ve yeni ürünleri pazarlayacaktı. ABD, kendi çıkarına olan ne varsa onları pervasızca kullanacaktı. T.C aldığı tarım ürünlerinden arta kalanı hiçbir şekilde ne satacak nede bağışlayacaktı. Buna rağmen böyle bir şey yaparsa ABD’ye ödeme yapmak zorun da kalacaktı. Çünkü Türkiye, ABD’nin pazar payına engel olmanın bedelini ödemelidir. Bu anlaşmanın iki ülke arasında borç alıp vermek olduğunu kim söyleye bilirdi? Ayrıca ABD’den alınan gıda maddelerinin hiç birine neden analiz yapılmadığını mutlaka bu anlaşmaya imza atanların açıklaması gerekmekteydi. Maalesef bazı gıda maddelerinde domuz yağı kullanıldığı bilinmekte olmasına rağmen %99’u Müslüman olduğu bilinen bir ülkede inanç değerlerinin bile ABD çıkarlarına feda edilmesi düşündürücüydü. Verilen tavizlerden biri de zeytinyağının bol olduğu bir ülkede bir kararname ile zeytinyağı üretimi kısılarak ABD’nin ürettiği soya yağına pazar açılmıştı. Ayrıca modern sömürü sürecinde her türlü iletişim araçları kullanılmaktaydı. Örnek olarak: Bu kitaptan sonra Türkülerde kullanılan “zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” sözleri daha fazla anlam kazanmaktaydı. Maalesef ABD tarım ürünleri tüm vergilerden muaf tutularak, Türkiye’de tarım bitme noktasına getirilmiştir.
ABD ve Türkiye Arasında Kredi Anlaşmaları
T.C-ABD 31 Mayıs 1968 Kredi anlaşması: Türkiye’nin sadece ABD’den mal ve hizmet satın almasını dayatıyordu. Bu durum Türkiye açısından tamamen bağlayıcıydı. ABD her zaman özel sektör ile çalışmak ister çünkü özel sektörü kontrol etmesi daha kolaydı. Bundan dolayı ABD bu şartı Türk hükümetine dayattı. ABD tarafından özel sektöre “Karadeniz bakır işletmeleri” adı altında bir şirket kurduruldu. Bu şirketin kontrol yetkisi sadece ABD’ye ait oldu. %70’i Etibank’a ait olmasına rağmen Türkiye’nin hiçbir kontrol yetkisi yoktu. Verilecek olan 30,5 milyon dolar kredi karşılığında Türkiye çok ağır sorumluluklar yüklenmek zorunda kaldı. Şirket, ABD’nin istek ve çıkarlarına uyduğu sürece bu parayı teminat olarak kullanacaktı. Şirketin tüm ihtiyaçları hammadde ve diğer gereksinimleri sadece ABD’den alınacak, taşıma işlerini ABD nakliye şirketleri yapacaktı. Taşıma işlerindeki tüm sigorta işlerini ABD sigorta şirketlerine aitti. Dahası Türkiye devleti hazine garantisi de ekleyecekti. Etibank’a ait tüm bakır işletmeleri de bu şirkete aktarılacak, sekiz kişilik bir yönetim kurulu olacaktı. Yönetim kurulunda dört ABD’li dört Türk üye olacak, yönetim kurulu başkanı ise ABD’li olacaktı. Buna rağmen eğer ileride çıkarlarına ters olan bir madde koymayı düşünememişler ise yeni bir madde koyarak istediklerini alacaklardı. Bu anlaşmalara bakınca, ABD’den daha büyük soyguncu, tefeci, emperyalist ve gaspçı düşünülmesi imkân dahilinde değildir.
Türkiye ve ABD Arasında Siyasi Anlaşmalar
1955 yılında Bağdat Paktı Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında, İngiltere ve ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için kurulmuştu. Pakta dâhil olan herhangi bir devlet özel anlaşmalar yapabilirdi. Kısacası Büyük Güçler, Ortadoğu’daki tüm üslerini korumak için her türlü adımı atabilecekti. İngiltere 1955’te pakta girerek Ortadoğu’daki askeri üslerini ayrıca İran ve Irak’ta bulunan petrollerini güvence altına aldı. ABD, bu pakta katılmamakla beraber 1956’daki Tahran toplantısına iktisadi ve yıkıcı faaliyetleri önleme komisyonlarına katılarak bölgedeki çıkarlarını da güvence altında tuttu.
Bağdat Paktı’nın kesinlikle bölge devletlerine en ufak bir katkısı olmadı. Irak’ta kısa bir zaman sonra darbe oldu (1958) ve pakttan ayrıldı. Suriye ve Lübnan Bağdat Paktına hiç katılmadı. Bu Pakt, Mısır ile Türkiye arasında gerginliklere sebep oldu. Türkiye’nin Ortadoğu’da var olan ve geçmişe dayanan bağları kendi aleyhine ciddi yaralar açtı. Batı yanlısı görünümü kendi bölgesinde yalnız kalmasına sebep oldu. Maalesef Türkiye, ABD’nin sömürü çarkları içine sürüklendi. İngiltere’ye gelince bu devlet de Ortadoğu’daki çıkarlarını kaybetti. Bölge tamamen ABD’nin kontrolüne girdi. Türkiye ve ABD iş birliği anlaşması gibi algılanan pakt bölgede bulunan ülkelere katkı sağlamak yerine sıkıntılara neden oldu.
Türkiye ve ABD Arasında Askeri Anlaşmalar
Dünya savaşından sonra Türkiye dışa kapalı politikasında değişikler yapmaya başladı. Türkiye’den ABD ile yapılan askeri yardım anlaşmaları karşılığında alınan yardım parasını ABD büyükelçisi alacaktı. ABD, yukarıda bahsettiğimiz gibi yardım parasını Türkiye’de kendi çıkarına olan her yerde dilediği bir şekilde kullanacak ve asla hiçbir hesap vermeyecekti. ABD sattığı askeri malzemelerin mülk sahibi olacaktı. Yanlış duymadınız Türkiye’nin parasını vererek aldığı malzemelerin mülk sahibi ABD olacaktı. Türkiye’nin nerelerde kullanması gerektiğine karar verecek, gerektiğinde geri alacaktı. Aldığı malzemeler neredeyse müzelik oldu. Üretimleri durdurulmuş. Bir kısmı çalışamaz halde, diğerleri de çok kısa bir süre sonra bakıma muhtaç hale gelmişti. Yedek parça tedarik etmek için yapabileceği çok fazla bir şey yoktu. Aldığı malzemenin yedek parça üretimi için özel talepte bulunmak zorundaydı. Malzemelerin maliyetleri kendilerinden daha pahalıya gelmekteydi. Çünkü bu malzemelerin ABD’de üretimi durmuştu. Temin edebilmek için yeniden yan sanayi kurdurmak ve bunun içinde çok ciddi döviz ödemek zorundaydı. Türkiye’den peşin para alınıyordu, lakin adına yardım deniliyordu. Aldığı her malzemenin üzerine “ABD’nin yardımıdır!” yazması zorunluydu. Ayrıca Türkiye bu yardımlar karşılığında TRT’de sürekli yayın yaparak toplum üzerinde algı operasyonu yapılmasına müsaade etmek zorunda kalıyordu. Bu durum sömürgenin bir üst versiyonu olsa gerekti. Akılla izanla izah edilebilir bir yanı maalesef yoktu. Anlaşmalara baktığınızda sanki savaşta tamamen yenilgiye uğramış bir devlet vardı. Bir de savaşın galibi bir devlet vardı ve bu galip devletin mağlup devlete anlaşma şartları dayatıyormuş gibi bir durum söz konusuydu.