Ben ve kardeşlerim, dedeli-nineli, halalı bir evde büyüdük. Bu bakımdan şanslı idik. Merhum Karaca dedem benim ilk hocamdı. Kendisi yarı ümmî idi. Kur’an-ı Kerim’i ve İslâm harfleriyle (Osmanlıca) yazılı eserleri okurdu, ancak yazması yoktu. “Hocam” dedimse, bana sözlü-yazılı ders vermişliği yok. Ancak çok sonraları anladım ki, o bana yaşayışıyla ders veriyormuş. Onun yaşayışı, ruhumda büyük izler bırakmış. O “fiilî derslerden” bazılarını nakletmek istiyorum:
Dedem, beş vakit namazını camide kılmaya dikkat ederdi. Namazdan gelince eline Kur’an-ı Kerim’i alır, çokça okurdu. Daha sonra eline tespihini alır, evrad-ezkârını tamamlardı. Ekseriyetle kış gecelerinde bizlere Hz. Ali’nin (r.a.) cenklerini, Ebû Müslim Horasanî’nin maceralarını Osmanlıca kitaplardan okurdu. Bize sahabelerin hayatlarını anlatır, ehl-i beyt sevgisini telkin ederdi.
Dedem, halim-selim biriydi. İnsanlarla mudârat etmesi, mükemmeldi. “Güzel geçim” timsaliydi. Merhume ninemle bir kere bile tartıştığını görmedim. Nineme devamlı iltifatkâr söz söyler, daima hatırını sayardı. O bu haliyle de aile hayatında güzel geçimin örnek şahsiyeti idi. Ev hayatında asla, “şu yemeği yapın!” demezdi. Ne yapılmışsa yer, şükrederdi. Yemesi çok sade idi.
Dedem, helal kazanca çok dikkat ederdi. Zekâtını titizlikle verirdi. Tarlalardan kaldırdığı hâsılatı harman eder, mühürlermiş. Öşrünü (zekâtını) ayırmadan kendi evine bile bir avuç ayırmaz. Ancak zekâtını fakir fukaraya dağıttıktan sonra kendi evinin ihtiyaçlarını ayırır, kalanını ambara koyarmış ve daha sonra satmaya götürürmüş.
Dedemin binlerce dönümlük arazileri varmış. Ancak o hepsini, âhiret hayatını zedeleyecek bir fiil işlemektense terk etmiş. Ya zorbalarla, zalimlerle çatışacak, fiilî bir mukabelede bulunacak, ya da bütün o malları bırakıp terk-i diyar edecekmiş. O iki defa da ikinci yolu tercih etmiş. Suriye’deki akrabalar, “Hâlâ buralarda tapular dedenizin üzerine gözüküyor” derler. Dedem, bütün o arazileri gözünü kırpmadan geride bırakmış, helal kazancın peşine düşmüştü. Ninemin dedesi olan Hasan Ağa’nın köylerindeki arazileri kiralar, “icara” ekin ekermiş. Anam rahmetli anlatırdı. Yazın hâsılat zamanı, ninem ve anam da dedemle birlikte köye gider, dedeme ve işçilere yemek yaparlarmış. Dört yaşıma kadar ben de gidermişim. Dedem arıcılık yapmış, bal üretmiş, koyun kuzu beslemiş. Ben çocukken halalarımla beraber koyun-kuzu güttüğümüzü hatırlarım.
Dedem şehre temelli yerleşince ticaret yapmaya başlamış. İşte dedemin bu hayat safhasını çok iyi bilirim. Zira onun yardımcısı idim. İlkokula altı yaşında başlamışım. Birinci sınıfı bitirince dedemin “yardımcılığına” terfi ettim. Cebinde devamlı bir defter taşırdı. Akşam olunca o günkü alışverişlerini bana kaydettirirdi. Bütün kazancını -ev harcamaları hâriç- karz-ı hasen olarak verirdi. Karz-ı hasenin sadakanın en makbulü olduğunu sonraları öğrenecek ve dedemi bir kere daha takdir edecektim. Çocuğunu evlendirecek olanlar, hastası olanlar, tarlasının gübre, tohum, ilaç, vs. gibi ihtiyaçlarını tedarik edecekler, kendisine ve ailesine ayakkabı, elbise alacaklar dedemden borç para isterlerdi. Dedem de onlara karz-ı hasen verir, bunu o meşhur defterine yazdırır, harman zamanı alacağını tahsil ederdi. Bu güzel âdet sebebiyle insanlar krediye, faize bulaşmazlardı. (Eskiden böyle güzel âdetler vardı. Ki bu âdet kuvvetli bir sünnet-i seniyye idi) Dedem çoğu defa da alacaklarını bağışlar, uzun zaman getirmeyenlere helal ederdi. Onun bu gibi güzel ahlakı vesilesiyle Cenab-ı Hak da ona güzel bir ölüm nasip etti. Bir sabah, namazını kıldıktan sonra kanepeye oturmuş, tespihini çekerken ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Sahabe-i kiramı, bütün İslâm büyüklerini, hele de Haydar-ı Kerrâr olan İmam Ali’yi (r.a.) çok seven, bizlere de onun kahramanlığını ve mücahitliğini telkin eden, en çok da “daim Allah!” sözünü tekrar eden dedemden çok şey öğrendim. Cenab-ı Hak dedeme ve cümlemizin ecdadına rahmet eyleye. Hepimizi önce Havz-ı Kevser etrafında ve Livaü’l Hamd sancağı altında, sonra cennet bahçelerinde buluştura, inşallah…