İnsanın bu dünyada o kadar çok sevdikleri var ki… Annesini, babasını, dedelerini, ninelerini, kardeşlerini, evli ise eşini, çocuklarını, torunlarını, amcalarını, dayılarını, halalarını, teyzelerini, bütün akrabalarını, ahbaplarını, bütün Müslümanları sever… Dünyayı, gökyüzünü, yıldızları, ayı, güneşi, dağları, dereleri, denizleri, ovaları, kırları, meyveleri, türlü türlü yiyecekleri sever… Dünyada yaşamış, başta peygamberler olmak üzere bütün sâlih insanları, bütün mü’min ve mü’mineleri sever… Mü’min insan âdeta bir sevgi yumağı haline gelmiştir. İçi dışı sevgi ile doludur.
Şöyle bir düşünelim, bir insan bu kadar şeyi severse, bütün bu sevdiklerini vereni, bütün bu sevdiklerini yokluktan kurtaranı, ebediyen var edecek olanı nasıl sever?.. Nasıl sevmeli?.. Nasıl sevdirmeli?..
Rabbimizin (c.c.) bir ismi de Vedûd’dur. Vedûd, yani, “Mü’min ve sâlih kullarını çok seven, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegâne lâyık olan. Sevgi ve dostluk hissini yaratan” demektir. “Rahîm” isminin tecellisiyle bütün annelerin sînesine evlatlarına karşı derin muhabbet hissini yerleştiren Rabbimiz, bütün mahlukatını sevmiş, bilhassa insan nevine sevgisini hadsiz nimetler ikramıyla göstermiştir. Biz kullarından da kendisine sevgimizi göstermemizi istemiştir. Bu sevginin alâmeti de ibadetlerdir ve şükürdür. İbadet deyince insanın aklına çoğu defa sadece, namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler gelmektedir. Oysa insanın hayatının her safhasında ibadet mevcuttur. Devlet idaresinde, mahkemelerde, okullarda, ticaret hayatında, aile hayatında, Allah’ın hükümlerinin uygulanması ibadettir. Hatta insanın yiyip içmesi, yatıp kalkması Sünnet-i Seniyye dairesinde ise, o dahi ibadettir. Bütün bu ibadetler Allah-u Teâlâ’yı sevmenin alâmetidir.
İnsan Allah-u Azimüşşân’ı nasıl sevmez ki… Düşünün şu dünyayı bize bir beşik, bir mesken, bir çarşı, bir gemi, bir misafirhane şeklinde yaratmış. Şu sema tabakasını şu dünya sarayımıza dam yapmış. Onu da yıldızlarla süslemiş. Bizler için hadsiz nimetler ihsan etmiş. Vücudumuzun çalışması için zerreleri harekete geçirmiş. Trilyonlarca zerre bir günde insanın vücuduna girmekte, çıkmakta. Bir tek yemek yedikten sonra vücuttaki hazım olayını, tasfiyeyi, karaciğere, safra kesesine, böbreklere, mesaneye giden fuzûliyatı, kanın içindeki tasfiyeyi, temiz kanın hücrelere dağılmasını, yenilenen hücrenin bir yerde talim görmüşçesine vazifesini eksiksiz yapmasını düşünün…
İnsan şu kâinatı “geçici bir mekân olarak” yaratan Rabbü’l Âlemin’i nasıl sevmez ki… Düşünün, biz, taş, toprak, ağaç, hayvan olabilirdik. Bizi öyle de yaratabilirdi. Bizi eşref-i mahlûkat olarak, yani insan olarak yaratmış. Ondan sonra İslâm nimetini vermiş. Kendisini layıkıyla tanımamız için peygamberler ve kitaplar göndermiş. İnsanlar arasından muallim rehberler hükmünde evliyaları, asfiyâları, ulemaları çıkarmış.
İnsan “Mâlik-i Yevmiddîn” olan, Din gününün Mâliki olan Allah-u Azimüşşân’ı nasıl sevmez ki… Şu dünyadaki bütün sevdiklerimizi ahiret hayatında var edecek. Ve onlara bir daha ölümü tattırmayacak… Mü’min kulları için ebedî saadet yurdu olan cenneti hazırlamış. İnsanlar bu dünya misafirhanesine gelebilmek için nasıl anne karnında dokuz ay on gün beklemeye mecbur bırakılmışsa; ahiret âleminde var olabilmek için de bir müddet kabir, mezar, makber denilen toprak altında da bir müddet bekleyecektir. Ondan sonra bütün insanlar evvelâ haşir meydanında bekleyecek, oradaki muameleden sonra (mizan, sırat köprüsü) ebedî mekânlarına gideceklerdir. Mü’minler cennete, müşrikler, kâfirler, Allah’a sevgisini lâyıkıyla gösteremeyen fâsık mü’minler (geçici olarak) cehenneme gideceklerdir.
Bir insan kendisine ufak bir hediye vereni bile ne kadar çok sever değil mi?.. Peki ya bizi insan olarak yaratan, bütün sevdiklerimizi yaratan, bizi ve bütün sevdiklerimizi ebediyen yok olmaktan kurtaracak olan, biz mü’minlere ölümün olmadığı bir hayatı ve cennet gibi bir yurdu bahşedecek olan Zât-ı Zülcelâli ne kadar sevmeliyiz? Bu sevginin ölçüsü olur mu? Bakınız Efendimiz (a.s.m.) ne buyuruyor: “Allah’ım bize sevgini ve bizi sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle”; “Allah’ı kullarına sevdiriniz ki, Allah da sizi sevsin.” İnşallah, hayatımın gayesi budur. Allah’ın bana verdiği ömür ne kadarsa, bundan sonra bunu yapacağım. İnsan nasıl sevmez ki… Ya Rabbi, kabul buyur!