45 yıl önce çocukken, Gaziantep imam hatip lisesinde okurken şu mısralar yazılmış ve bir çerçeve içerisinde koridora asılmıştı.
"RENKLERİ İNCE İNCE, NE ANLATIRSIN KÖRE
ANLAT, HERKESİN ANLADIĞINA GÖRE"
Sonra bunun bir hadis-i şerif meali olduğunu öğrendim. Misyonerler hıristiyanlığı yaymakla meşgul iken, müslümanlar asıl peygamberimizin tebliğ görevini devam ettirmek yerine birbirini doğramakla meşguller. Tebliğ metodunun nasıl olması gerektiği konusunda bu hadis meali bize önemli ipuçları vermektedir. Herkesin anladığı dilden, onların seviyesine inerek, onların kapasitelerini de bilerek incitmeden, yormadan, bıktırmadan anlatmak gerekiyor.
Ezanı bile sert makamla okumamak gerekiyor. Ezan bir davettir. İmam kendini yırtarcasına bağırarak ezan okuyor. Kardeşim eskiden hoparlör yoktu, bağırman gerekiyordu. Ama günümüzde hoparlör denen bir şey var. Bağırıp kendini yormana gerek yok. Zaten sesin ulaşacağı yere ulaşıyor. Bir de hoparlörün sesini sonuna kadar açmaz mı, aman Allah'ım. Camiye yakın evlerdeki hastalar ve uyuyan bebekleri düşünmek lazım. Adam yatağından hopluyor. Çocuğunu sabaha kadar uyutamamış bir anne, aman şu ezan bitse de çocuk uyanmasa diyor anne.
İmam camide mikrofon kullanıyor, yine de bağırıyor. Ne bağırıyorsun kardeşim. Sağır kimse yok. Mikrofon da var. Şöyle sakin sakin konuşsan olmaz mı? Olmaz. O zaman büyük vaiz olamaz. Bağırıp korkutmalı ki, iyi vaiz desinler. Çok yumuşak bir üslupla ezan okunmalıdır. Siz düğününüze birini davet ederken, davetiyenize, gelirsen gel, gelmezsen gelme gibi sert bir ifade kullanabilir misiniz? Kullanırsanız davetinize kimse icabet etmez. Namaza ve dine davet de böyledir.
"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Sevdirin nefret ettirmeyin.." hadisi şerifindeki bu maksadı kavrayamayan arap alimler, hadisin tersini yaptılar. Kolaylaştıracaklarına, zorlaştırdılar. Sevdireceklerine nefret ettirdiler. Bu nedenle islamiyet arap yarım adasının dışana çıkarılamadı.
Ancak, maide süresi 54. Ayeti kerimede işaret edilen kavim(türkler) gelince, bu hadisi doğru algıladılar ve bu kavim sayesinde islam dini arap yarım adasından çıkarılıp üç kıtaya yayıldı. Yani kısaca islam aleminin tebliğde metot sorunu vardır. Cemaat, cemaatine, tarikat kendi müridine din anlatıyor. Tereciye tere satıyorlar. Cami cemaatinden adam çalarak, kendi adresine götürüyor ve buna hizmet diyor.
Halbuki o ülkede müslümanın sayısında artış olmamış. Camiye fitne sokarak, Kendi ayağı ile camiye gelen adamı tavladın ve tekkene götürdün ve bak, çoğalıyoruz diyerek mutlu oldun ve buna hizmet dedin. Sonra Allah'tan cennetini bekledin ve cenneti garantilemiş gibi davrandın insanlara. Keramet ben de dedin. Üstad Necip Fazıl bunlar için şöyle diyor:
Hayat perdenin arkasında.
Hayatın öte yakasında.
Şu gaflet yükü insana bak,
Kendinden varlık cakasında.
Ve aşksız yobaz, işi gücü,
Namazla cennet takasında.
Yani körler sağırlar birbirini ağırlar gibi oluyor. Buna da hizmet diyorlar. Peki bugüne kadar kaç kişiyi müslüman ettin diye sorsalar, kocaman bir hiç. Hani bu hizmet hareketi idi. 60 yılda bir tek kişiyi müslüman edememişsin. Bu nasıl hizmet demezler mi? Fırkai Naciye biziz deyip, diğer fırkalara hayat hakkı tanımadan onlara kafir muamelesi yapmaktan ileri gidemedik.
Bir nevi vehhabilik düşüncesi. Benden başkası müslüman olamaz. Benden başkası, bana tabi olmadan cennete dahi giremez gibi dini tekelinde görme gibi bir anlayışla bir yere varılamazdı zaten. Ve Allah, bu mescitler sizi bu kadar kirle artık taşıyamıyorlar dercesine kapıları bize kapattı. Paydos... dedi. Mescitlerimi tatil ediyorum. Artık kendine gel ey müslüman dedi.