Baskı rejimi, bir ülkede yasama, yürütme ve yargı erklerinin otoriter ve anti-demokratik yöntemlerle yönetildiği bir siyasi düzeni ifade eder. Bu rejimlerde temel hak ve özgürlükler kısıtlanır, muhalefet susturulur ve devletin baskı aygıtları (polis, ordu, istihbarat gibi) yoğun şekilde kullanılır.
Her ne kadar Türkiye’deki mevcut iktidar baskı rejimi olmadığını iddia etse de, baskı rejimlerinin ortak özellikleri olan:
Demokrasi eksikliği,
Temel hakların kısıtlanması,
Baskı ve sansür,
Güçler ayrılığı ihlali,
Tek adam yönetimi gibi uygulamalar sürdürülmektedir.
AKP Hükümeti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ülkeyi nasıl bu noktaya getirdi?
AKP, 2002’de iktidara geldiğinde demokratik reformlar, AB uyum süreci ve ekonomik kalkınma vaatleriyle geniş bir destek kazandı. Ancak zamanla, özellikle 2010’lardan itibaren, yönetimde otoriterleşme eğilimleri belirginleşti:
2010 Referandumu ile yargının yürütme tarafından daha fazla kontrol edilmesinin önü açıldı.
2013 Gezi Parkı Protestoları sonrası polis şiddeti ve baskılar arttı, özgürlükler kısıtlandı.
17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonları, hükümetin yargı üzerindeki kontrolünü daha da artırmasına neden oldu.
2016 FETÖ Darbe Girişimi sonrası OHAL ilan edilerek sadece darbeciler değil, muhalif Cumhuriyetçi ve Atatürkçü kesimler de tasfiye edildi. Medya ve sivil toplum üzerindeki baskılar arttı.
2017 Anayasa Referandumu ile parlamenter sistem kaldırılarak “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” getirildi, böylece güç tek elde toplandı.
Sonuçları Ne Oldu?
Medya ve Yargı Üzerindeki Kontrol
Medya: Ana akım medya büyük ölçüde hükümet yanlısı sermaye gruplarına devredildi, bağımsız gazeteciler işten çıkarıldı veya tutuklandı.
Yargı: Bağımsız yargı neredeyse tamamen ortadan kalktı, mahkemeler siyasi baskılar doğrultusunda karar vermeye başladı.
Sansür ve İfade Özgürlüğü: Sosyal medya düzenlemeleri ile muhalif sesler susturuldu, gazeteciler ve akademisyenler yargılandı.
Ekonomik Politikalar ve Krizler
Uzun süre altyapı projeleri, inşaat sektörü ve dış borçla büyüme modeli izlendi. Ancak yüksek enflasyon, kur krizleri ve artan işsizlik ekonomide ciddi sıkıntılara neden oldu.
Merkez Bankası bağımsızlığını kaybetti, keyfi faiz politikaları ekonomiyi daha da zora soktu.
İsraf ve yolsuzluk iddiaları, devlet harcamalarının denetimsiz şekilde büyümesine yol açtı.
Toplumsal Bölünme ve Muhalefetin Baskılanması
Kutuplaştırıcı Söylem: Muhalifler “terörist”, “hain” gibi ithamlarla hedef alındı.
Sivil Toplum Üzerindeki Baskılar: STK’lar, akademisyenler ve sendikalar baskı altına alındı.
Seçim Süreçleri: Seçimlerde devletin tüm olanakları AKP lehine kullanıldı, YSK kararları tartışmalı hale geldi (örneğin 2019 İstanbul Seçimleri’nin iptali, 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu’nda mühürsüz oyların geçerli sayılması).
Tüm bu süreçler sonucunda Türkiye, giderek daha otoriterleşen, güçlerin tek elde toplandığı ve ekonomik krizlerin derinleştiği bir baskı rejimine sürüklendi. AKP, 2002 yılında eleştirdiği her şeyi belki de daha fazlasını kendisi yapar hale geldi.
Son dönemde AKP Hükümeti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sağcı-solcu fark etmeksizin tüm muhalifleri hedef almaktadır. Önce sosyal medyadaki troll ordusuyla kamuoyu oluşturulmakta, ardından vatanperver insanlar tutuklanmaktadır.
ÇÖZÜM NEDİR?
Çözüm için yol haritasını, birleştirici ve lider tutumuyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu göstermektedir:
KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ
Toplumların tarihinde dönüm noktaları vardır. Bu anlar, insanların birlikte hareket etmesinin ne kadar hayati olduğunu gösterir. "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz" sözü, sadece bir slogan değil, aynı zamanda bir hayat felsefesidir.
Bireysel başarıların elbette bir değeri vardır. Ancak, asıl büyük dönüşümler, toplumun tamamının birlikte hareket etmesiyle gerçekleşir. Kurtuluş Savaşı’ndan Gezi Direnişi’ne, 68 ve 78 kuşaklarının işçi ve öğrenci hareketlerine kadar pek çok mücadele, ancak kolektif bir bilinç ile başarıya ulaşmıştır.
Günümüzde bireyselleşmenin ve yalnızlaşmanın teşvik edildiği bir düzen içinde yaşıyoruz. İnsanlar birbirinden uzaklaştıkça sistemin çarkları daha rahat dönmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki birey yalnızlaştıkça güçsüzleşir; toplum bölündükçe yönetilmesi kolaylaşır. AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın yıllardır halkımıza uyguladığı sistem "böl ve yönet" politikasıdır. İşte bu yüzden, bireysel kurtuluşun bir yanılsamadan ibaret olduğunu kavramalıyız. Birbirimizi sağcı, solcu, dinci diyerek ayrıştırmamalıyız. Bireyin özgürlüğü ancak toplumun özgürlüğü ile mümkündür.
Dayanışma, sadece kriz anlarında hatırlanacak bir olgu değildir. Bir arada yaşamanın, eşit haklara sahip olmanın ve adalet içinde var olmanın en temel koşuludur. Bir kişinin hakları ihlal edildiğinde sessiz kalırsak, bu ihlal günün birinde hepimize dokunacaktır. Bu yüzden "ya hep beraber ya hiçbirimiz" demek, sadece bir tercih değil, hayatta kalmanın ve mevcut düzeni sandıkta değiştirmenin en temel gerekliliğidir.
Peki, bu birlikteliği nasıl sağlayabiliriz? Öncelikle, farkındalık yaratmak, adaletsizliklere karşı birlikte ses çıkarmak ve her alanda dayanışmayı büyütmek zorundayız. Ekonomik krizden çevre sorunlarına, insan haklarından toplumsal adalete kadar birçok konuda hep birlikte hareket etmenin gücünü göstermeliyiz. Güçlü olan birey değil, örgütlü toplumdur.
Özetle, bireysel kurtuluşun bir anlamı yoktur. Eğer hep birlikte var olamazsak, tek başımıza da ayakta kalamayız. O halde gelin, "ya hep beraber ya hiçbirimiz" şiarını sadece bir slogan olarak değil, bir yaşam ilkesi olarak benimseyelim. Ancak o zaman gerçekten özgür olabiliriz.