Ülkemizi her cihetten yakından ilgilendiren, daha doğrusu her cihetten kucaklayan (doğru ifade kuşatan olacaktı) iki isim var. NATO ve ABD. Her ikisiyle “akrabalık bağımız” aşağı yukarı aynı tarihlere denk düşmekte. Peki, bu iki isimle münasebetimiz, bunlara yakın olmamız ülkemize ne kazandırdı, ne kaybettirdi, bunlar başımıza ne işler açtı, daha doğru hangi çorapları ördü? Aradan yaklaşık 70 yıl geçtikten sonra -çok geç olsa da- artık bu soruların cevapları üzerine düşünmemiz, bu meseleye kafa yormamız gerekmez mi?.. Bu konu, ülkemizin var olma mücâdelesiyle yakından ilgilidir.
NATO demek, ABD demektir. NATO ile birlikte hayatımıza ABD girmiş, daha doğrusu 1950’ye kadar İngiltere’ye ait olan ülkemizi “yakından gözetleme” bayrağı ABD’ye devredilmiştir. İngiltere ise elini eteğini tamamen çekmemiş, kendisini “üst akıl” olarak görerek, “ağır abi” pozlarında yakın takibini sürdürmüştür.
Türkiye-ABD münasebetleri tek parti devrinin son zamanlarında “sıkı fıkı” hale gelmişti. “Milli Şef” İsmet İnönü, 1949’da Amerika ile “hayatî” bir anlaşma imzalamıştı. “Fullbright Eğitim Anlaşması” denilen bu anlaşmaya göre, eğitim hayatımızın her safhasına ABD müdahil olacaktı. 9 kişilik komisyonun 4’ü Türk, 4’ü Amerikalı olacaktı. Amerikan Büyükelçisi ise hem komisyonun üyesi, hem de başkanı idi. Tarafların ihtilafı halinde başkanın sözü son söz olacaktı.. Bu anlaşma günümüzde de iptal edilmiş değil. (Bu konuyu daha önce defalarca yazdık. İsteyen o yazılarımıza bakabilir)
Bu şekilde önce eğitimimize el atan Amerika, sonra askerî sahadaki faaliyetlerimize, sabık başbakanlardan Bülent Ecevit’in açıklamalarına göre Gladio yapılanması ile istihbarat teşkilatına da el atmıştı.
Amerika 1950’ye gelinceye kadar Türkiye’nin önüne hep “Rusya öcüsü”nü koydu. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti idarecileri NATO’ya girmek istedi. Kendilerine, “Bunun için bedel ödemeniz gerek” dendi. O sırada Kore Savaşı başlamıştı. Türkiye NATO’ya girebilmek için 30 Haziran 1950’de Kore’ye asker gönderdi. (Biz Kore Savaşı’nı ele aldığımız kitabımızda askerlerimizin kahramanlığını anlattık. O ayrı konu. Ancak politikacıların kararını sorgulamak da vicdanî bir borçtur.) Bu gelişmenin ardından 17 Ekim 1951’de Türkiye’nin NATO üyeliğine ilişkin protokol imzalandı. Daha sonra Türkiye’nin “Kuzey Atlantik Anlaşması”na katılmasına dair kanun 18 Şubat 1952’de kabul edildi. Böylece Türkiye NATO üyesi oldu. O tarihten sonra ülkemizde pek çok tuhaf ve tarihî hadiseler yaşanmaya başlandı. Ülkemizin en stratejik yerlerinde “NATO üsleri” kuruldu. Bunlardan en mühimi “İncirlik Üssü” idi. Bu üsler, Körfez Savaşı’nda ve Suriye iç savaşında çok aktif şekilde faaliyet gösterdi. Bu üslerden kalkan Amerikan savaş uçakları, binlerce sorti ile Irak’ı bombaladı. Yüz binlerce masum insanın ölümüne sebebiyet verdi.
Türkiye’nin NATO üyeliğinden sonra ülkemizde üç büyük darbe (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980) ile pek çok postmodern darbe ve darbe teşebbüsleri oldu. (28 Şubat Postmodern Darbesi ve 15 Temmuz darbe teşebbüsü gibi) Bütün bunların NATO ve dolayısıyla ABD ile iltisaklı olduğuna dair bugüne kadar binlerce belge yayınlanmıştır. Bu kuruluşun icraatları yalnızca darbelerden ibaret kalmamış, ülkemizi sancılandıran her hâdisede rol oynamaktan geri kalmamıştır. Çekiç Güç’ün PKK terör örgütüne destek sağladığı belgelenmiştir. Yine NATO’nun patronu ABD, ülkemizi her cihetten tehdit eden Suriye ve Irak’taki terör örgütlerine (PKK, PYD ve diğer örgütlere) binlerce tır dolusu silah ve mühimmat yardımı yapmıştır. Tehdit edilen bizim ülkemizdir. Bu yüzden binlerce vatan evladı şehit düşmüştür. Peki, bütün bu olup bitenler karşısında, Bu nasıl ortaklık, bu nasıl müttefiklik, bu nasıl dostluk diye sormak zamanı gelmedi mi? Bir de şu soruyu soralım: Biz şimdiye kadar ABD ve NATO’dan ne fayda gördük? Ya da zerre kadar fayda gördük mü?..