Şiraze, ciltçilikte kullanılan bir tâbirdir. Henüz ortaokulda iken şehrimizin bir cilt ustasından cilt yapmayı öğrenmiş ve kendi kitaplarımı ciltlemeye başlamıştım. İşte o vakit öğrendim. Ciltli bir kitabın “en hayâtî organı” şiraze idi. Kitap yapraklarının diplerinin ucundan birbirine bağlayan ve onları düzgün tutmaya yarayan ince bez şerit, görünüşte bir “süs” gibi gözükmekteyse de hiç de öyle değildi. Bir kitabın şirazesi kaydı mı, işte o vakit o kitabın formalarını bir arada tutmak çok zordur. Şirazesi kayan kitap önce yamulur, sonra dağılır. Bu bakımdan insanlar ve devletler için de “şirazesi kaymış” tâbiri kullanılır.
Koca Osmanlı Devleti'nin de şirazesi 1909’da kaydı. İttihat ve Terakki Partisi mensupları bir darbe ile ülke idaresini ele geçirdiler. O tarihten sonra da devletin şirazesi kaydı. Kaydı da ne oldu? 1919’a gelindiğinde, yani on senede 14 koca ülke elimizden gitmişti. Elimizde, avucumuzda kala kala Anadolu kalmıştı. Onu da kaybetmemek için milletçe kurtuluş mücadelesi vermek mecburiyetinde kaldık.
İttihatçıların ülke idaresini “fiilen” ele geçirdikleri 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) tarihindeki devletin sınırları dahilindeki ülkelere bakınız: Bosna-Hersek, Karadağ, Bulgaristan, Rumeli (Yunanistan’ın bir kısmı), Girit, Kıbrıs, On İki Adalar, Trablusgarb (Libya), Mısır, Filistin, Suriye, Hicaz (Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri), Irak, Kuveyt… Görüldüğü gibi, dünyanın en zengin petrol sahaları elimizde idi. İsrail ve daha birçok ülke ortada yoktu.
Peki ne oldu da on senede bütün bu ülkeler kaybedildi? İşte bütün âkil insanlar bu soruya dikkat kesilmeli ve bu sorunun cevabını bulmaya çalışmalıdır. Ciltler dolusu kitaplarla ancak anlatılabilecek cevabın bir kısmını azıcık yerimizde hülasa etmeye çalışalım: Asırlardan beri bizimle savaşanlar, yani tarihî düşmanlarımız, bizi yıkmanın yolunun “şirazemizi kaydırmak” olduğunu görmüşlerdi. Bunu da içimizdeki adamlar vasıtasıyla yapacaklardı. Bir kuyumcu hassasiyetiyle çalıştılar. Bünyemizden adamlar seçtiler. Onları yurt dışında ve mason komitelerinde yetiştirdiler. Daha sonra o kurtları bünyemize salıverdiler. Sultan Abdülhamid’i devirmeye gelen “Hareket ordusu” mensupları ecnebi değildi. Subayından erine hepsi bizdendi. Yani baltanın sapı bizdendi. Gövdeye inen hançeri tutan el bizdendi. Ancak gerçekte “sözde” bizdendi. Ruhlarıyla, kalpleriyle “onlardan” olmuşlardı. Onlardan, yani asırlık düşmanlarımızdan. Onların planlarını, programlarını harfiyen uyguluyorlardı. İçlerinde vatanperver olanlar, mason olmayanlar da vardı. Ancak proje öyle mükemmel hazırlanmıştı ki, o çarkın içerisinde olanlar farkında olmadan ecnebi planlarına hizmet ediyorlardı. İş işten geçtikten sonra gerçeği göreceklerdi, ama ne fayda!... “Ba’de harâbi’l Basra…”
İttihatçılar ilk iş olarak İstanbul Konferansı'nı topladılar, “Kiliseler meselesini” hallettiler. (İyi halt ettiler!) Aralarındaki ihtilaf beyinsiz İttihatçılar tarafından halledilmiş Balkan ülkeleri bize karşı ittifak etti. Ardından Balkan bozgunu yaşandı. On devleti donatacak cephanemizi, silahlarımızı, teçhizatımızı kaybettik. Onlarca şehrimizi kaybettik. Yüz binlerce canımızı şehit verdik. O zâlim kâfirler yüz binlerce Müslüman'ı hunharca katletti. Milyonlarca Müslüman asırlardır yaşadıkları toprakları terk etti, muhacir oldu. Bozgun Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında devam etti. Üç günde üç ülke kaybettiğimiz oldu (Bütün Filistin toprakları, Suriye, Irak). Mekke, Medine’den sonra Kudüs de elimizden gitti.
Şiraze bir kere kaymayagörsün, kitabın formalarının darmadağın oluşu gibi, koca devlet de darmadağın oldu. Bunun baş sorumlusu İttihatçıların bir kısmı hâin, bir kısmı hâin oğlu hâin, bir kısmı ahmak, bir kısmı sadîk-ı ahmak idi.
1909-1919 arasındaki tarihî hâdiseler unutulmamalıdır. Hatta bunun için üniversitelerde müstakil kürsü kurulsa yeridir. Zira bu devre, devletin şirazesinin çıktığı devredir. O devreden ders ve ibret almalıyız. Allah muhafaza eylesin, elimizdeki son kalenin de şirazesi kayarsa ne yaparız?