Üniversite imtihanına ilk girdiğim sene (1975), ilk tercihim olan fakülteyi ve bölümü kazanmıştım. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü. Üniversiteye kayıt için İstanbul’a gelecektim. Bu “hayal şehri” ilk defa görecektim. Cebimde iki mektup taşıyordum. Biri, Gaziantep’in tanınmış kanaat önderlerinden, Risale-i Nur camiasının tanınmış ismi Nazım Gökçek’in Yeni Asya gazetesi sahibi Mehmet Kutlular’a yazdığı mektup; diğeri de o sırada MSP Milletvekili olan dayım Mehmet Bozgeyik’in Vakıflar Bölge Müdürü’ne yazdığı mektup. İstanbul’a gelince, doğruca Cağaloğlu’ndaki Yeni Asya binasına gittim, Mehmet Kutlular’a mektubu verdim. O da beni foto muhabiri Selahaddin Tercan’la Süleymaniye’deki Kirazlı Mescit Sokak’taki Risale-i Nur’un İstanbul’daki ilk dershanesine gönderdi. Orada Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri Ahmet Gümüş, Mustafa Ekmekçi, Ali Zeybek (üçü de rahmetli oldu, Rabbim kabirlerini cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin) ile ve yine orada kalan Sabahattin Aksakal ve Abdülkadir Nohut ile tanıştım. Bana çok ilgi gösterdiler. İlk defa gurbete çıkmıştım, bir anda böyle samimi ve muhabbet dolu insanlarla karşılaşmıştım.
İkinci mektubu Vakıflar Bölge Müdürü’ne verdim. O beyefendi de beni ilgi ile karşıladı. O sırada Fatih Camiinin avlusunda eski medrese odaları üniversite talebelerinin yurdu idi ve Vakıflar Müdürlüğüne bağlıydı. Oraya gittim, odaları gezdim, şartlarını öğrendim. Daha sonra Veznecilerdeki İlim Yayma Yurduna gittim. Oranın da şartlarını öğrendim. Sonra kendi kendime şöyle bir muhakeme ve muhasebe yaptım. Hürriyetine düşkün biri idim. Yurtların “kısıtlamalı” hayat tarzı bana göre değildi. 4-5 kişinin kaldığı apartman dairesindeki hayat tarzı bana daha uygun gelmişti. Sarıgüzel’de merhum Mehmet Âkif’in evine çok yakın bir apartmana taşındık. Orada iki daire bize aitti. Biz alt katta idik (3. kat), üst katta kalanlar da bizim arkadaşlarımızdı. Oranın tek lüksü telefonun o katta oluşu idi. O yıllarda telefon çok lüks bir aletti. Ev ile konuşmak istediğimizde yazdırırdık. “Acele” çok pahalı idi. Bu bakımdan “normal” diye yazdırırdık. Onun bağlanması da bazen bir iki saat sürerdi. Şayet şehirlerarası telefon bağlanmışsa, alt katta olan bize bildirme usulü şöyleydi. Merhum Mehmet Gürbüz havaya sıçrardı. O gümbürtüden biz şehirlerarası olduğunu anlardık. Şayet şehir içi telefon ise bu defa oturduğu yerden yumdukla yere vururdu. Bizden biri kapıya çıkar ve “kime?” derdi. Oradan hangi isim söylenmişse, o yukarıya çıkardı.
Üniversiteye kayıt yaptırdıktan sonra tekrar memleketimize gitmiş, üniversite açılmadan önce ikinci defa İstanbul’a gelmiştim. İlk işim, bir karyola, bir masa, bir kütüphane edinmek oldu. Kütüphanem profil demirden idi. İMÇ’den almış, kendim monte etmiştim. Rahmetli anam, yün döşek, yün yorgan ve yün yastık ile battaniye gönderdi. Sonradan hususi olarak bir komidin ile gardırop yaptırdım. Böylece “yerleşik düzene” geçmiştik. Sıra okumada idi…
İstanbul şehrinde yaşamak birkaç üniversite bitirmeye bedeldir. Bu şehirdeki kütüphaneler, dünyanın sayılı kütüphaneleridir. Başta Devlet Kütüphanesi, Belediye Kütüphanesi, Üniversite Kütüphanesi, Ali Emiri Efendi Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi en çok vakit geçirdiğimiz mekânlar oldu. Ayrıca, konferansları, seminerleri, açık oturumları takip ediyorduk. MTTB Millî Görüş camiasına mensup arkadaşların yönetimindeydi. Oradaki konferansları ve sosyal aktiviteleri takip ediyorduk. O arada MTTB bünyesindeki trafik bölümüne kaydoldum ve ehliyeti de MTTB organizesi ile aldım (1978’de).
Dört sene boyunca, iki sene Sarıgüzel’de, bir sene Aksaray’da, bir sene Karagümrük’te kaldım. Birlikte kaldığımız arkadaşlarımızı her zaman hayırla yâd ederim. Hüseyin Özdemir, Muharrem Ekmen, Zeki Şimşek, Ali Kılıç, Ruhi Yavuz, İlyas Karademir, Bünyamin Gerdan, Aziz Özbey, Mehmet Gürbüz, Şemsettin Akbulut, Erdoğan Esenkal ilk aklıma gelenler. Beş vakit namazı, camiye gitmediğimiz zaman kaldığımız evde cemaatle kılardık ve ben imam olurdum. Takvayı esas alırdık. Her gün bir kişi nöbetçi olurdu, sabah kahvaltısı ile akşam yemeğini o nöbetçi yapardı. Temizliği o yapar, bulaşıkları o yıkar, sobayı o yakardı. Ben makarna pişirmeden başladım, en son dolma yaparak “aşçılık ihtisasını” tamamladım. Nöbetçi olduğum zaman, üşenmez, arkadaşlarıma en güzel yemekleri yapardım. Bazen çiğ köfte yapmak da benim işimdi. Kirayı bölüşür, aydan aya toplar, öderdik. Mutfak için haftada bir para toplar bir cam kavanoza koyardık. Nöbetçi olan, harcamalarını oradan alıp yapardı. Bir kardeşlik havası vardı. Doğrusu bu ya, o yıllarımız çok güzel geçti.