İstanbul’un benim için bambaşka ehemmiyeti var. Üniversite tahsili için gitmişim. Gidiş o gidiş. Tam 33 sene ikamet etmişim. Gazetecilik mesleğinde karar kıldıktan ve kitap telif işine giriştikten sonra İstanbul kütüphaneleri mekânımız olmuş. Yüzlerce dost edinmişiz. Yüzlerce fikir, kültür ve sanat erbabıyla tanışmışız. Böyle böyle İstanbul’la aramızda “tuz-ekmek hakkı” olmuş. Memlekete döndükten sonra (12 yıl oldu), zaman zaman (ekseriyetle üç ayda bir) İstanbul hasreti depreşirdi. Dostları, o candan sohbetleri özlerdik. Ev halkı da bunu hisseder, “Yine İstanbul’a gitme zamanın geldi!” derlerdi.
Bu defa İstanbul’a gitme zamanı hayli uzadı. Yaklaşık yedi ay olmuştu. Araya “koronalı günler” girdi. Yasaklı günler, sınırlamalar, derken biraz serbestlik olunca, biz de sıla-i rahim diye İstanbul’a revan olduk. Ancak bu defa, İstanbul’u “tatsız-tuzsuz” bulduk. Gerçi şu koronadan dolayı hiçbir yerin tadı-tuzu kalmadı. Tıpkı ayet-i kerimede haber verildiği üzere, mahşer meydanında kardeşin kardeşten, ana-babanın evlatlarından, tanıdıkların birbirinden kaçışması gibi, en yakın ahbaplar, kardeşler, akrabalar bile birbirinden kaçmaya başladı. Doğrusu bu ya, bu durumdan “işkillenmeye” başladım. Yoksa, birileri dünya çapında “sosyal deney” mi yapmaktaydı?
Hani şu meşhur “sosyal mesafe” var ya, İstanbul’da bu mesafe bayağı uzamış. İnsanlar yüz yüze görüşmekten kaçar, hatta müthiş korkar olmuş. Koronayla ilgili biz yazılarımızda belirttik. Şahsen benim bu konudaki fikrim, zikrim gayet net: Bu musibet bir “Îkaz-ı İlâhi”dir. Rabbü’l âlemin olan Allah-u Azimüşşân’a tarziye vermediğimiz müddetçe, günahlardan tevbe edip, Allah’ın dinine dönmedikçe, Allah’ın hükümlerini hâkim kılmadıkça beşerin sıkıntısı bitmeyecektir. Bu biter, bir başkası başlar. Tıpkı Ben-i İsrail’in başına gelenler gibi. (Suların kana dönüşmesi, kurbağa ve çekirge yağması, kıtlık olması vs.)
İstanbul’da candan bir dosta veda ettik. Mevlüt Özcan hocamıza… İslam kalesinden bir taş daha düştü. Yeri kolay kolay doldurulamayacak bir taş. O Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammedi’den taviz vermeyen bir ilim ehli idi. Bizim ev halkı yazılarını keser, tanıdıklarına okurdu. Zaman zaman telefonla görüşür, hasbıhal ederdik. Uzun yıllar birlikte Millî Gazetemizin havasını teneffüs etmiştik. Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazında, maskelerden dolayı gözlerinden tanıdığımız bazı dostlarla ayak üzeri görüştük. Ne musafaha, ne muânaka… Birbirimizin yüzünü bile görmeden, öylesine bir konuşma… Tatsız-tuzsuz bir sohbet…
İşin doğrusu, İstanbulluları çok endişeli gördüm. Sanki zombi filmlerindekiler gerçek olmuş gibi… Yakında insanlar maskesi burnunun altında diye birbirinin boğazına sarılırsa diye endişe etmiyor değilim.
Camilerin de tadı-tuzu kalmamış. Hadis-i şeriflerde safların sıklaştırılması tavsiye edilmekte. Camide ise en az 1,5 metre mesafe olması şart koşulmakta. Kaç defa şahit oldum. Seccadesini biraz yakına serdi diye, protesto edercesine oradan ayrılıp başka yere gideni gördüm. Cami içinde maskeyi burnunun üzerine takmadı diye yekdiğerini azarlayana şahit oldum. Bir Cuma namazında, hutbeden inen hoca efendinin, seccadesiz birini görüp, “Şuna bir seccade verin!” dedikten sonra seccade gelinceye kadar bekleyişini hayretle seyrettim. O garibanın mahcubiyet içerisinde ezilişini yüreğim ezilerek müşahede ettim.
Düşündüm, şu korona denilen illet sanki bir tek camiye dadanmış. Plajlara gitmiyor, diskoteklere gitmiyor, metro ve metrobüs istasyonlarına gitmiyor, mitinglere gitmiyor, açılışlara gitmiyor, bir tek camiye geliyor!..
Bu defaki İstanbul seyahatimiz tatsız-tuzsuz olduk. Sevgili İstanbul’dan buruk ayrıldım. Yine de canın sağ olsun İstanbul!.. Canınız sağ olsun İstanbullular! Allah’a emanet olun…